Kitap Tanıtımı |
Soğuk Savaşın sona ermesi ve Sovyet imparatorluğunun yıkılması, bölgede ve uluslararası alanda tüm güvenlik parametrelerini değiştirmiştir. İki kutuplu yapı ve Doğu-Batı ekseninde belirlenen güvenlik politikaları bir anda altüst olmuştur. Ancak Soğuk Savaşın sona ermesine rağmen buna fiziksel ve psikolojik olarak hazır olmayan uluslararası toplum 1990ların ilk başlarında değişimi kavramaya çalışıyor; Rusyanın yeniden toparlanması ve eski Sovyet coğrafyasına tekrar egemen olup olmayacağıyla daha barışçıl bir dünyanın oluşumu arasında gidip geliyordu. Bu belirsizlik ortamından 2000lerin başında yeni bir konjonktüre geçildi. Bu yeni konjonktüre bir tarafta, yeni durumu kavramakla beraber yine de mevcut durumu kabul etmekte zorlanan Rusyanın Putinle yeni bir çıkış yakalaması, diğer tarafta Bushla kendisini dünyanın tek kutuplu olduğunu sanan ABDnin, El-Kaidenin Amerikan hedeflerine saldırısıyla başlayan Afganistan sürecini kendi lehine sonuna kadar kullanmak istemesinin getirdiği gerginlikler egemen oldu. Bushun Irakı işgal etmesiyle beraber ABDnin yükselişinin sonuna gelindiğinin anlaşılması söz konusu olmuştur. 2005-2006 sonrası dünyanın yeniden şekillenmeye başladığı yeni bir dönemdir. Bu yeni dönem, ABDnin dünyayı tek başına yönetmediğinin, Rusyanın ise eski Sovyet coğrafyasında fiziksel bir geri dönüşünün artık mümkün olmadığının anlaşılmasıyla göreceli bir dengenin oluşmaya başladığı bir dönemdir. 2008-2009da bir tarafta ekonomik kriz, gelişmiş ekonomilerin hızını keserken, diğer tarafta Rusya ve Çinin yanında Hindistan, Brezilya ve Türkiye gibi yükselen güçlerin dünya politikasında yeni rol arayışları gündeme gelmiştir. 2010 ve 2011 büyük olasılıkla mevcut statükonun devam etmesini arzu eden büyük güçler ile yeni yükselen güçler arasındaki iktidar mücadelesine sahne olmaya devam edecektir. Ama bir sonraki dönemde ister istemez bu rol mücadelesi daha dengeli ve çoğulcu bir uluslararası yapıya evrilecek ve bu yeni yapıda ortaklıklar ve ilişkiler yeni roller çerçevesinde tekrar belirlenecektir.
Türk-Amerikan ilişkilerinde ve Türkiyenin Orta Doğu politikasında yukarıdaki konjonktürel değişimlere paralel olarak bazı iniş çıkışlar yaşanmıştır ve yaşanmaktadır. Soğuk Savaş döneminin dayattığı güvenlik gündemi, zayıf ekonomik yapısı, istikrarsız demokrasisi ve siyasi liderlikten yoksun oluşu Türkiyenin Batıya ve ABDye aşırı bağımlı bir ilişki içine girmesine ve Orta Doğudan uzaklaşmasına yol açmıştır. 1980li yılların başında Özal ile iç ve dış politikada yakaladığı ivme ise daha sonra tekrar geleneksel siyasi liderlik anlayışının geri gelmesiyle devam ettirilememiştir. Türkiye, Soğuk Savaşın bittiğini ancak 12 sene sonra 2003te fark etmiştir. Sovyet tehdidinin sona ermesi, Orta Asyada Kafkasyada, Balkanlarda ve Orta Doğuda kendisine yönelik tehditlerin azalması veya ortadan kalkmasına rağmen bu durumu değerlendirememiştir. 2002 sonunda işbaşına gelen AK Parti iktidarı ile artan ekonomik potansiyeli, istikrar kazanan ve gelişen demokrasisi ile Türkiyenin dış politikadaki başarısı Türkiyenin cazibe merkezi haline gelmesine, merkez ülke, bölgesel güç, parlayan yıldız, bölgesel lider ve Yükselen Güç kavramlarının sıkça kullanılmasına neden olmuştur. Bu dış politika, Türkiyenin yeni rolünü kabul etmekte zorlanan kesimler tarafından aykırı bulunsa da uluslararası toplumun takdirini ve hayranlığını kazanmaya devam etmiştir. Yumuşak gücün akıllı kullanımına dayanan, tüm komşularla sorunların tamamen çözülmesine odaklanan, ayırım gözetmeden ve herhangi bir önyargı taşımadan tüm yerel ve uluslararası aktörlerle görüşmeyi temel ilke olarak benimseyen ve tamamen daha barışçı ve daha paylaşımcı bir dünya arzulayan Türk dış politikasının başarısı, Türkiyeyi ilgiyle takip edilen bir ülke haline getirmiştir. |