Kitap Tanıtımı |
Parlak ışıkların geceyi gündüze çevirdiği, küreselleşmenin zaman ve mekândaki sınırları kaldırdığı, iletişim araçlarının çeşitliliği ve yaygınlığından dolayı hiç bağlantımızı koparamadığımız dünyada, fazla uyarılan beyinlerimizin kapatma düğmesine basıp biraz uyumak artık hepimize daha zor geliyor. Bir uykusuzlar toplumuna dönüşüyoruz. Aslında bu yaygın uykusuzluk durumu binyıllardır insanlar için bir sorun. Eluned Summers-Bremnerin çalışması da Homerosun İlyada ve Odysseiasıyla ve Mezopotamya destanı Gılgamışla başlıyor, Çin, Hindistan, Japonya ve Avrupa edebiyatlarında uykusuzluğu ve uykusuzları inceleyerek devam ediyor.
Uykusuzluğun kökeni ve insan hayatına etkileri karmaşıktır; dünyadaki farklı kültürler bu sorunu anlamak, tanımlamak ve çözmek için hem sanatı hem bilimi kullanarak pek çok şey denediler. Tıp bilimi uykusuzluğu her zaman daha derin bir psikolojik ya da fiziksel hastalığın belirtisi olarak gördü. Ortaçağ ve Rönesans hekimleri ve düşünürleri bunu karasevdanın, hüznün, hatta deliliğin göstergesi olarak tanımladılar. Günümüz tıbbı ise uykusuzluğu akıl hastalığına ve travma sonrası stres bozukluğuna bağlıyor. Bugün sunulan çözümler sıklıkla reçeteli ilaçları da içeriyor ancak bunlar kısa vadeli çözümler; yazar ilaç endüstrisinin bu konudaki rolünü ve tedavilerin etkinliğini de tartışmaya açıyor.
Uykusuzluk gece yatmadan önce okuduğunuzda uykuya dalmanıza yardımcı olmayabilir ama uykusuzluğu ve bunun şaşırtıcı derecede zengin kültürel arkaplanını anlamak konusunda doğru bir başlangıç noktası olacak.
Tadımlık
Antik Dünyada Uykusuzluk
Bugün bildiğimiz şekliyle uykusuzluğa antik dünyada rastlamıyoruz. Antik dönemlerde yaşayanlarda, bizdeki gibi zamanı bireysel olarak sahiplenme ve zamana bağımlı olma anlayışı yoktu. Meta olarak zaman, modern bir buluştur. Buna karşılık, günümüz uykusuzluğunun sergilediği çelişkileri zamanımız bizimdir, gene de bizim değildir, çünkü vakit nakittir antik dünya insanlarının uykusuzluğunda görüyoruz. Antik uykusuzluk, öncelikle uykusuzluk çeken bireylerin mülkiyetindeki bir şey olmamakla birlikte, önemli fiziksel ve toplumsal ayrımların nerede devreye girdiğini gösteriyor bize. Gün ile gece, delilik ile akıl sağlığı, tanrı ile insan, birçok antik dönem toplumunda önemli ayrımlardı; uykusuzluk, modernitede olduğu gibi, ayırıcı çizgilerin nerelerde aşıldığını gösterebilir. Ama bu aşmalar, seyrek olarak uykusuzluk çeken bireyin iradesini ya da esenliğini öne çıkarırlar; daha çok, o kişinin daha büyük yapı içindeki yerini pekiştirir ya da sarsarlar.
Bizim gibi, antik dünya insanlarını da, gürültü, açlık, kaygı, savaş, aşk, şehvet ve ay ışığı uykudan alıkoyuyordu, ama antik dönem metinlerinde tanrılar da uyurlar, uyanırlar ve onları da, onlar insanları nasıl uykudan alıkoyuyorlarsa, öyle uykudan alıkoyan öğeler vardır. İÖ 2. binyılın ilk yarısında yazılan Babil destanı Atrahasis, tanrılar arasındaki bir savaşla başlar; bu savaşta yaşlı tanrılar baş bozguncuyu öldürürler ve onun cesedinden ilk insanları yaratıp, işe koşarlar. Ama insanlar o kadar hızla ürerler ki, gürültüleri, önemli bir tanrı olan Enlili uykusundan alıkoyar. Bunu, insanları cezalandırmaya yönelik salgın hastalıklar ve başka eziyetler izler. Benzeri şekilde, yaratılış öyküsü Enuma Elişte, genç tanrıların patırtısı, yaşlı tanrıların uykusuz kalıp hınçlanmalarına yol açar, enerji dolu Gılgamışın gürültüsü de öyle. Gılgamış destanının en az bir yorumuna göre, Gılgamışın karakteristik özelliği uyanıklıktır.
Tanrı ile insan arasındaki bu karmaşık süreklilik şu anlama gelir: Antik dönemlerde, biz modernlerin dış nedenler olarak adlandıracağımız şeyler salt dışsal değildir, çünkü normal bilince hem ölümlülerin duyguları, hem tanrıların iletileri nüfuz etmiştir ve bunların birbirinden ayrılması her zaman o kadar kolay değildir. Bir dinsel içkinlik dünyasında, yaşam ne zaman özel bir yoğunlukla seslense, bir tanrı belirir; sözgelimi Zeus adı önce bir haykırış şimşek çakıyor olarak ortaya çıkmış, ancak daha sonra ışık tanrısı haline gelmiştir. Ya da Ruth Padelin, Yunan tragedyasının ortaya çıktığı İÖ 5. yüzyıl Atinasıyla ilgili olarak açıkladığı gibi: İnsanın dışındaki dış dünyayı tanrıları, hayvanları, rastgele ve şiddetle üzerinize gelen rüzgârı yaşantıladıkça, çeşitli hisleri yaşantılarsınız. Antik dönemlerde yaşayanlar bizim tıbbi uykusuzluk tanımızı bilmeseler de çünkü antik dönem hekimleri için uykusuzluk her zaman bir başka şeyin yan ürünüydü, uykusuzluk ortamını bugün bizim yitirdiğimiz bakış açılarından biliyorlardı. Antik dönem imgeleminde, karanlık, karalık ve gecenin çeşitli anlamları vardı. Karanlık, siyah ve gece, ışıkla günün açıkladığı kadarını ya da daha fazlasını açıklıyordu. Onlara saygı duyulması, onlardan korkulması gerekiyordu ve kişinin kendini onlara bırakmamasının ahlaki ve etik izdüşümleri olabiliyordu. Uyku ile uykusuzluk, bu bağlamda, gecenin tehlikeli enerjilerinin yarattığı ve onlarla varlığını sürdüren bir ortamı gösterir.
En eski toplumlarda, gece göğü, altında insanların uyudukları kubbeli çatıydı. Dolunay doğal olarak uykuyu engelliyor ya da riske sokuyordu; ama aynı şey hayvanlar için de geçerli olduğu için, bu kapsamlı ışık döneminden, avlanma ve meyvesebze toplama için yararlanılmış olabilir, tıpkı karanlık ayın cinsel birleşme ve uyku için daha uygun olduğu gibi. Ama göğün oluşturduğu çatı, duvarların da olmadığı anlamına gelir: Bir tahmine göre, Hindistanda köylülerin silah ve örgütlenme imkânlarına sahip oldukları 19. yüzyılda bile, kaplanlar, yaklaşık 300.000 Hintliyi ve çiftliklerdeki birkaç milyon hayvanı yemişlerdir. Antik dönemlerde, iri vahşi hayvanların saldırısına uğrama riski daha fazlaydı; bu da, sırf vahşi hayvanları uzakta tutmak amacıyla ateşi canlı tutmak için bile olsa, büyük bir olasılıkla daha hafif bir uykuyu gerektiriyordu. Antik Atinada din törenleri ay ışığında yapılıyordu; önemli kara ve deniz saldırılarında, ayın belirli bir gecedeki parlaklığına ilişkin ön bilginin etkisi olmuş olabilir. Demek ki, uykusuzluk, stratejiye ya da mevsime göre değişiklik gösterebiliyordu. Ama |