Kitap Tanıtımı |
Edebiyatta roman türünün baslangıci sayılan Don Kişot, Türk edebiyatının önemli yazarlarından Reşat Nuri Güntekin tarafından kısaltılan, Fransızca bir versiyonundan çevrildi. Kitapta yer alan muhteşem resimler ise Gustave Doreye ait. Çocuklar için nefis bir hediye...
Tadımlık
Köyün şatosu bir tepe üstünde yükseliyordu. Berber ile papaz o sabah bu tepenin eteğinde karşılaştılar; hem birbirlerini görmekten, hem de bu taze ve parlak sabahtan doğan sevinçle uzun uzun birbirlerinin elini sıktılar. İspanya kırları, göz alabildiğine güneşin altında serilip gidiyordu. Gökyüzünde en güzel yaz günlerinin derin ve temiz maviliği vardı. Her şey göze hoş görünüyor, her şey derin bir yaşama sevinci ve tatlılığı ile dolup taşıyordu.
Bununla beraber papaz düşünceli görünmekte idi.
Berber:
Dostumuz Senyör Kesada ne halde? diye sordu.
Papaz cenazeden döner gibi bir çehre ile içini çekerek cevap verdi:
Nasıl istemezseniz öyle. Ben şimdi şatodan geliyorum. Dostumuza o uğursuz kitapları bir parça bırakıp kırlara çıkması için yalvardım. Ha ona nasihat vermişsin, ha bir dişi katıra!
Berber başını iki yana sallayarak:
Doğru, dedi, onunkisi bal gibi delilik! O şövalye romanları yazmakla vakitlerini geçiren aşağılık yazıcıların Allah belalarını versin.
Papaz yine içini çekti:
Gerçekten bir felakettir bu. Dostumuz elindekini, avucundakini bu kitaplara verip kendini kül ediyor. Düşünün ki Senyör Kesada dostumuz eskiden bu eyaletin en zengin arazi sahiplerinden biriydi. O koskoca servetten elinde ne kaldı bugün! Şato virane halinde çöküyor; çiftlikler acınacak halde; toprakların en iyileri satıldı.
Berber papazın tasvirini tamamladı:
Dostumuzun kendi de bir insan gölgesine döndü. Yemek yemiyor, uyku uyumuyor; ancak odasına yığdığı o şövalye masallarını okumak için yaşıyor.
Papaz:
Evet, dedi, dostumuz çıldırıyor onlara. Demin odasına girdiğim zaman beni Piskopos Turpin sandı. Olur şey değil; bende piskopos hali var mı?
Geçen gün kendisini tıraş ederken benim de Kral Marsille olduğumu iddiaya kalktı. Beni çeşit çeşit isimlerle donattı. Zihnini bozan o uğursuz romanlar zamanında yaşadığını sanıyor; Charlemagneı hâlâ sağ hayal ediyor. Devlerle dövüşmek için kılıcını ona vakfetmeye gideceğini söylüyor. Hain Ganelonu paramparça etmek istiyor. Kim onu kurtaracak bu delilikten Yarabbi!
Papaz:
Ben kendi hesabıma bu işten elimi yıkıyorum, diye göğüs geçirdi.
Berber gururla:
Bu işi yine konuşuruz, dedi.
Yemek saati geldiği için iki dost birbirlerinden ayrıldılar.
Kabul etmek lazımdır ki Senyör Kesadanın durumu asla parlak değildi. Fakat kendisinin bundan şikâyeti yoktu. Bu sabah onun yüreği de günlük güneşlikti. Kemikleri derisini delip fırlayacak sanılan upuzun ve kupkuru vücudu ile çalışma odasında ayakta durmuş, hazinelerini seyrediyordu. Hazineleri mi? Bunlar karmakarışık bir halde odayı dolduran kitap yığınları idi.
Hiçbir şeyden gözü yılmayan birtakım şövalyelerin, korkunç savaşlarla düşmanlarını yere serdiklerini anlatan bu kahramanlık masalları bir servet denecek kadar çoktu.
Senyör Kesada bu romanları o kadar çok okumuştu ki, kendini bu yiğit şövalyelerden biri sanacak kadar aklını sapıtmıştı. Şatosunda daha fazla kalabilir mi idi? Tepeden tırnağa silahlanmış olarak İspanya yollarına düşüp maceralar aramak, zayıfları korumak, hainler ve ahlaksızları cezalandırmak onun vazifesi değil mi idi? Onun bu ihtişamlı rüyayı gerçekleştirmesine, ortaçağ kitaplarının anlattığı pervasız ve temiz vicdanlı yiğitlerden biri olmasına kim engel olabilirdi?
Silah mı? Onda silahtan bol ne vardı? Silahlar da onun hazinelerinden biri idi: Eski bir mızrak, küflü bir kalkan, ondan daha iyi bir halde olmayan bir kılıç, ağır bir zırh, mukavvadan bir siperle süslemiş olduğu bir miğfer... Bu hırdavatlar ona uzak bir atanın mirası idi; fakat onları o kadar ovup silmiş, o kadar temizlemişti ki, mızrakla kılıç adeta gösterişli bir hale gelmiş, kalkan demir değil parıl parıl bir kıymetli maden rengi almıştı.
Şövalye demek at demektir. Senyör Kesadanın bir atı da vardı. Korkulacak derecede kuru ve kaburgaları çıkmış bir ihtiyar kısraktı bu. Fakat kahramanımızın gözünde, bugüne kadar, ondan daha güzel bir hayvan İspanya topraklarını çiğnemiş değildi; Aymonun dört oğlu onu görseler kıskançlıklarından çatlarlardı. Pegasosun kanatlı atından daha çevik, Bayardın atından daha kuvvetli, İskenderin kısrağı Buképhalustan* daha zarif görünüşlü idi. Senyör Kesada ona Rocinante diye çok güzel bir isim bulmuştu; çünkü her haysiyet sahibi atın bir ismi olmak gerekirdi. İsmi o kadar beğenmişti ki, bir gün sabahtan akşama kadar onu binlerce defa tekrar etmişti. Ara sıra ahıra gidiyor ve onunla konuşuyordu:
Ah benim Rocinanteım, iki gözümün bebeği, asil atım, seninle beraber büyük kahramanlık maceraları yaşayacağımız gün yaklaştı. Sen İspanyanın en şerefli atı olacaksın!
Şan ve şeref bir şövalyeyi yolun ilk dönemecinde beklerse o şövalyenin adı Kesada olabilir mi? Bu ad, şatosunda can sıkıntısından ölmek için dünyaya gelmiş kendi halinde bir adamcağızın adıdır. Yollarda gezip tozmak isteyen şövalyeye borazan sesi gibi ihtişamlı ve gürültülü bir ad yaraşır. Kesada da ne oluyormuş? Kahramanımız, düşündüğü gibi bir ad bulmakta gecikmedi. Bundan sonra kendisine Don Kişot dedirtecekti. Memleketi La Mancha eyaleti olduğu için onu da yeni adının kuyruğuna takmayı daha asil buldu.
İşte Senyör Kesada bu temmuz sabahında bu güzel şeyleri düşündüğü içindir ki çok bahtiyardı.
Şunu da ilave edelim ki kahramanımızın son bir meselesi kalıyordu. Şövalye masalları, kendilerini macera yollarına kapıp koyuveren asilzadelerin yaptıkları seferleri büyük bir kadına vakfettiklerini yazıyorlardı. Don Kişot da bir yiğit şövalye olmak için bu töreye uymayı vazife bildi ve bu iş için, tanımakta olduğu Aldonza Lorenzo adlı iyi bir köylü kızını seçti. Kendisi bir zaman evvel bu Aldonzaya âşık olmuştu; çünkü çok güzel ve tatlı bir kızcağızdı. Yakın zamanda savaşlarının ve kahramanlıklarının mahsullerini onun ayakları altına dökmek fikri Don Kişotu sevinçten çıldırtıyordu.
Olacak şeyler şimdiden gözünün önündeydi. Bir dev Lorenzonun huzuruna çıkıyor, genç kızın önünde dize gelerek:
Çok asil prenses, |