Kitap Tanıtımı |
Kaiser geziye çikmadan önce, "Bütün kusbeyinli uyruklarini yikanmis paklanmis olarak" görsün diye nazirlari, gözcüleri, tesrifatçilari Almanya'nin dört yanina haber saldiginda, Kaiser'in buyruklarina göre düzenlenmis uydurma bir hayati yasamaktansa kendi oyunlarini sürdürmek isteyen çocuklar direnir, yikanmak istemezlermis. Günümüzde hayatin "nesnesi" degil "öznesi" olabilmemiz için "yikanmak istemeyen çocuklar"a ihtiyacimiz var. Ünsal Oskay, içimizdeki o çocugu açiga çikarmamizda bize isik tutuyor.
Tadımlık
Sunuş
Günümüz insanı Marxın bir önceki yüzyılın ortalarında Yahudi Sorununda anlattığı süreci yaşamakta. Kurduğu toplumsal sistem onu insani bütün değerlerinden yoksunlaştırmakta. Bu süreç insan aklının en gelişkin olduğu günümüzde yaşanmakta. Acıları ile, düş kırıklıkları ile. Tüketimin demokratikleştirilmesi, Kitle İletişim Araçlarını kullanan Bilinç Endüstrisi ve hayatın gündelik yaşama biçiminde hepimizin benimsediği yüzeysel, olumlamacı algılama biçimi bu acılarımızın, bu düş kırıklıklarımızın kendi kurduğumuz toplumsal ilişkilerden kaynaklandığını görmemizi engellemekte. Sonuçta, hâlâ yitirmediğimiz düş görme yeteneğimiz ile daha insanca bir hayatı özlemlerimizde tasarlamakta; düş görme yeteneğimizi bastırdığımız hayat alanlarında ise önümüzdeki hayattan, insanlardan, insanın dünyasından korku duymaktayız. Bu korkumuz, demokratik toplum hayatından vazgeçmeye her an hazır sıradan insanlara dönüştürmekte bizi...
Gündelik hayatın rutin akışı içinde benimsediğimiz bu olumlamacı algılama düzeyini aşabilmek hayata eleştirel bir gözle bakmayı gerektiriyor. Yazma eylemi her şeyden önce bunun ortamını sağlıyor. Yazma eylemi, Melvillein dediği gibi, Kuzey yarıküresinde yaşanan hayatın gerçek yüzünü anlamak için uzak denizlere açılmayı sağlıyor. Aynı anda, Borgesin değindiği gibi, Kralın adamlarından ve kasabasındaki hayattan sıkıldığı için yazan El Tobossolu ya da Mantiellinin gösterdiği bir saklı mutluluğu paylaşmanızı da sağlıyor. Yazma eylemi, yaşanan bir hayattan sonra, geçip giderken, arkada bırakılan bir iki söz. Gündelik varoluş biçimimizin içindeki sınırlı insan halimizi aşıp da bıraktığımız bir iki söz...
Bu söz ise, ve sen benim sesimi işittin! diyebileceğimiz tek varlıkla; kendi Ninevesinin yıkımı da mutluluğu da kendi ellerinde olan insan ile buluşmamızı sağlıyor. Söz, insana eriştirilebilmiş söz, Ahabın yenilgisini yengiye çeviren yabanıl Kızılderilinin şahini geminin direğine kanadından, bakırdan çiviyle mıhlaması gibi... Bize biçilmiş kaderin en ergil yanını bakırdan çiviyle direğe mıhlamak kaderin erişilmez, değiştirilmez görünmesini sağlayan büyüsünü bozan eylemimiz. Bir İletişimci ve bir Siyaset Bilimcisi olarak yazılarımda insan ile onun çevresini etkileşim içinde anlatmaya çalıştım. Kendimi; eleştirdiğim, olumsuz gördüğüm, bitmesini istediğim hiç kimseden, hiçbir olgudan soyutlamadım. Ben de onların parçasıyım. Onların oluşumunda benim de yerim var. Bu nedenle, eleştirilerimde Voltaireci bir tepeden bakma yerine; herkesle birlikte düşünmeye, hayatı herkesle birlikte değerlendirmeye çalışan Rousseaucu bir yaklaşım olsun istedim. İlk gençliğimin güzel kadını dansözler kraliçesi Özcan Tekgül için de, Zeki Müren ve Bülent Ersoy için de, en kültürlü Kültür Bakanımız için de, hayatımızın önemli ya da önemsiz her öğesi için de buna özen gösterdim. Yazıların sıralanmasında belirli sayıda gündelik hayattan izlenimlere dayanan denemelerimden sonra uzunca bir metin, bir tür inceleme diyebileceğimiz bir metin olsun istedim. Bunun, yazıların bütününü okumayı kolaylaştıracağını; kendi aralarında bir bütünlüğü olan metinlerin okunmasına bir derinlik kazandıracağını düşündüm. Yazdıklarımda kötümserliğin ağır bastığını sanmıyorum. Uzun süreceğe benzeyen zor dönemlerde iyimserliğin yolu, yaşanan hayatın sahih halini görebilmekten geçiyor. Marxın yaptığı güzel bir alıntıyı yineleyeyim: Corruptio optimi pessima. Türkçesi, aldatıcı, iğva edici iyimserlik gerçek kötümserliktir oluyor...
Ünsal Oskay |