Kitap Tanıtımı |
Bu ve bundan önceki kitabımın çok büyük bölümlerini, Mersinde 6 7 yıl önce sahip olduğum yazlıkta kaleme aldım. Geçmişi çok gerilerde bıraktığıma, iyi kötü her şeyin beni artık hiçbir şekilde etkilemeyeceğine inanıyordum. Olup bitenler o kadar etkisini yitirmişti ki. Zaman zaman yaşamaya nereden başlayıp nereye geldiğimi, bugün hangi noktada olduğumu düşünür ve bundan sonra bir mutluluk duyardım. Bu nedenle de yaşama hep bir teşekkür borcum olduğunu düşündüm. Yazmaya Başladığımda tamam dedim, ikinci kitabın adı bu olsun.
Nedense düşündüğüm olmadı. Çünkü yazdığım olayları toplu biçimde bir arada gördüğümde hepsi teker teker canlandı gözümde. Bazı geceler sabaha kadar yazdığım oluyordu.
Yine öyle gecelerden biri... Deniz karşımda uzanıp gidiyor. Mehtap zamanı olduğu için, aydede akşamın ilk saatlerinden beri denizi yaldızlaya yaldızlaya, oturduğum binanın önündeki havuzun üzerine gelmiş. Gece sessiz, yukarıda yıldızlar, aşağıda ağaçlar, çiçekler şıkır şıkır ışıklar içinde. Ağustos böceklerinin (oralarda CIRCIR BÖCEĞİ derler) konseri (!) alabildiğine sürüp gidiyor. Kitabın pek de hoşa gitmeyen bir bölümünü yazıyorum. Aniden beynimde bir incecik sızı duydum. Sızı giderek karıncalanmaya dönüştü. Bir an geldi ki sanki beynimin içinde hiç durmadan koşuşturuyorlar. Önce beyin kanaması geçiriyorum sandım. Ama az sonra içimde bir öfke de kabarınca durumu anladım. Yaşadıklarım, zayıf bir anımı yakalamıştı ve dışa vuruyordu. İşte o zaman tutamadım kendimi. Önce Allah belanı versin manyak karı diye bağırdım. İlk aklıma gelen cümlede sen bu yaşamın nesine teşekkür edeceksin ve ardarda sıraladım.
Maddi sıkıntılar içinde büyüdüğüne mi? Anandan babadan yediğin dayaklara mı? Okuma çabalarının üç kez engellendiğine mi? Seni kıskancına almış geleneklere göreneklere töreye mi? Bir şeyi elde edilebilmek için söke söke uğraş vermelerine mi? Yaşamının 55 yılını esir almış romatizmama mı? Kazık kadar olduğumda bile, yaşam karşısında ne kadar acemi, ne kadar gerilerde kaldığıma mı? Neye, neye, neye?
Yalnızca sabah kahvaltısından sonra biribirinden yakarak ve içime çekemeyerek içtiğim iki sigara geldi aklıma. Sözüm ona böyle rahatlayacaktım. Bir tane yaktım ve küllerini denize doğru savurmaya başladım. Değişen bir şey olmadı. Gözüm o sırada masanın üzerindeki kitabın sayfalarına kaydı. Koca bir tomardı sayfaları. Kaptığım gibi, balkondan aşağı fırlatıverdim. Kağıtların döne döne düşüşünü seyretmeye başladım. Düşüşleri çok uzun sürüyordu. Çünkü 14 katlı bir apartmanın 12. katında oturuyordum. Son birkaç sayfa da yere konduktan sonra, yaptığım kafama dank etti. Onları bir daha baştan yazamazdım, yazdıklarımdan vaz da geçemezdim. En doğrusu aşağı inip hepsini toplamaktı. O da kolay kolay göze alınamazdı. Çünkü Mersinde olur olmaz zamanlarda elektrik kesintileri yaşanıyordu. Ya inerken kesilirse? Ya çıkarken? Gecenin karanlığında, elinde darmadağın koca bir tomar kağıtla 212 basamak merdiveni nasıl çıkarsın?
Bu kez yaptığım akılsızlığa sinirlendim. Ama inip onları toplamaktan başka yapacak hiçbir şey yoktu.
İndim, aldım. Neyse ki korktuğuma uğramadım. Ve yukarı çıkınca önce bir çay hazırladım, bu kez bir de keyif sigarası yaktım. Başladım kendimi azarlamaya.
A hatun, şaşkınların şaşkını, akılsız hatun. Hiç düşündün mü, şu an senin yerinde olmaya can atan milyonlarca kadın bulunduğunu? Sağlığın, aklın yerinde, bundan daha iyisi can sağlığı. Çalışıyorsun, söyleyecek sözlerin var hâlâ. Söylediğin zaman seni dinleyenler de var. Annen baban senin için çok fedakârlığa katlandılar. Hem de hiçbir biçimde ödeyemeyeceğin kadar. Ama sen de hiç değilse onların yüzünü kara çıkarmadın, onlara seninle öğünme fırsatları yarattın. Sayılıyorsun, seviliyorsun, güveniliyorsun, inanılıyorsun. Senin bu yaptığına şımarıklık derler. Evet, sen bu yaşıma gerçekten bir teşekkür borçlusun. Kitabının adı da bu nedenle YAŞAM SANA TEŞEKKÜR EDERİM olacak. |