Kitap Tanıtımı |
Ela Gözlü Pars Celile Osmanlı'nın en güzel kadınlarındandı. Saray ressamı Fausto Zonaro'nun rahleyi tedrisinden geçti. Paris ve Roma'da eğitim gördü. Adını resim sanatına altın harflerle yazdırdı. Padişah hafiyeleriyle, Balkan çetecileriyle, İttihat ve Terakkicilerle boğuştu... Korku nedir hiç bilmedi! Gönlünü kendinden dört yaş küçük olan Yahya Kemal'e kaptırdığında evliydi, iki çocuğu vardı. 'Ela gözlü pars' diye şiirler yazdı ünlü şair onun için. Güzel kadın, hayatında ilk kez bulutların üzerinde uçtuğunu düşündü. Aşkı uğruna eşini, evini terk etti! Maalesef, onu taşıyabilecek büyüklükte bir yüreğe sahip değildi şair. Onu yarı yolda bıraktı, sıvışıp kaçtı. Çok üzüldü, kahroldu ama yıkılmadı ela gözlü pars. Aynı çocuk iki kere doğurulabilir mi? Doğurdu Celile! Oğlu Nâzım Hikmet yirmi sekiz yıllık hapis cezasının on ikinci yılında ölüm orucuna başlayınca, bir panter gibi ileri atıldı ve büyük şairi, ölümün kıyısından çekip aldı. Bir solukta okuyacaksınız. Tıpkı öteki Osman Balcıgil romanlarını okuduğunuz gibi... Yeşil Mürekkep Sabahattin Ali, Bulgaristan'a kaçmasını sağlayacak kişinin istihbarat ajanı olduğunun farkına varamadı. Kendisini, adı ölüm olan o dipsiz kuyuya bıraktı.'Kuyucaklı Yusuf', 'İçimizdeki Şeytan', 'Kürk Mantolu Madonna', bir dolu öykü ve çoğu şarkı olacak şiirler yazamayacaktı artık. Devlet eliyle öldürülecek, 'Ankara' isimli yeni romanı da yarım kalacaktı. Başkentte devletin acımasız çarklarının nasıl döndüğünü, siyasilerin ve bürokratların kirli ellerinin nerelere uzanabildiğini yazacaktı mümkün olsa.Yazamadı.Başına indirilen bir odun parçasıyla, kanlar içinde yığıldı yere. Yeşil mürekkepli dolmakalemi düştü cebinden. Çantasından, yeni romanının sayfaları savruldu etrafa. Yazıları yetim kalmıştı. Biricik kızı Filiz de öyle. Gözleri bir daha açılmamak üzere kapanırken, cüzdanında güzel Aliye'nin fotoğrafları da ağlıyordu.Kısacık bir hayata, nesilden nesile miras kalacak eşsiz eserler sığdırmayı başarmış, vatansever bir aydındı Sabahattin Ali. Yazılarıyla haksızlığa, baskıya ve dayatmalara başkaldıran, aşka âşık bir sevda adamıydı.'Ela Gözlü Pars Celile'nin yazarı Osman Balcıgil'in kaleminden dökülen 'Yeşil Mürekkep' acılı kuşağın mücadelesini tarihe not düşen emsalsiz bir roman. Karanlık ve Mavi Baba katilinden nasıl büyük bir yazar doğdu?Halikarnas Balıkçısı (Cevat Şakir Kabaağaçlı) ve mensubu olduğu Şakir Paşa ailesinin Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzayan şaşırtıcı hikâyesi...Konaklardan yoksulluğa, iktidardan esarete uzanan bir yaşam çizgisi...Tutkulu bir aşk ve bir cinayetin yarattığı edebiyat adamı...Troçki ve Bodrum’un yeşilini oluşturan ağaçların büyük sırrı...Mitoloji, tarih, felsefe günleri... Azra Erhat, Sabahattin Eyüboğlu, Sabahattin Ali, Kemal Tahir, Attilâ İlhan’lı yıllar... Yeni aşklar, yeni kavgalar ve her şeye karşın şiir tadındaki coşkulu bir dönem... Ve o karanlığa inat çıkılan mavi yolculuklar...Elinizdeki kitapta Halikarnas Balıkçısı’nın bir macera romanı tadındaki yaşamöyküsü üzerinden bir çağ değişiminin yol açtığı sarsıntı gözler önüne serilirken, devrimci Cumhuriyet’in nasıl tutuculaştığı ve daha ilk yıllarından itibaren yeni kültürü yaratan en pırıltılı evlatlarına nasıl kıydığı da çarpıcı bir şekilde ortaya konuluyor. Lirik Prenses Edebiyat fakültesi son sınıf öğrencisi genç bir kız, hocası tarafından verilen Tezer Özlü’nün hayatını yazma ödevi için araştırmalarına başladığı anda karşılaştığı bir gerçekle şaşkınlığa düşer. Yazarın yaşamıyla kendi yaşamı arasında izdüşümsel bir benzerlik vardır ve bu keşfinin ardından çıktığı içsel yolculuk onu neyin gerçek neyin hayal olduğunun belli olmadığı, içinden çıkılması imkânsız bir uçuruma sürükler.O, sıradan bir hayatı sıra dışı yaşadı...O, ikinci bir dilde kitap yazıp, Marburg Edebiyat Ödülü’nü alan ilk Türk yazardı...O, adı “Lirik Prenses” olsa da hiçbir zaman bir masal prensesi kadar masum olmadı, masallarda yaşamadı, masal kovalamadı. Hikâyesinde kötü kalpli cadılar yoktu belki ama insanın ruhunu yaralayan çırılçıplak gerçekler vardı...O, müthiş üslubu, duyguları dile getirişindeki sakınmasız ve cesur dürüstlüğüyle okuyucunun kalbine girdi, sadece kaleminin ucuna kadar gelenleri yazdı...O, inandığı gibi yaşadı, sınır tanımadı, içindeki “ben”i ararken belki de kendini kazıdı...O, çoğumuzun değil yaşamaya, anlamaya direndiği gerçekleri aradı...Bu toplumun onun gibi yalansız bir dünya özlemi çeken, kendi devrimini yapabilen, engel tanımayan güçlü kadınlara ihtiyacı vardı...Ancak...Ne ölümden korkmaktan ne de onu düşünmekten beis duydu ve bir kış günü, o eşsiz gülüşü solmadan bu hayata gözlerini yumdu. Zaten, şairler erken ölür derler... O bir şair değildi diyenlere ise yazdığı şu minicik satırlar yeter:“Bir yüksekliğin, bir başıma olduğum bir yüksekliğin en ucundayım. İnemiyorum. Yaşayamıyorum. Ölemiyorum...”Elinizdeki kitapla Tezer Özlü’yü biraz daha sevecek ve hayata bakışındaki o lirik asaleti göreceksiniz. ) |