Kitap Tanıtımı |
"biliyorum bundan sonrası
yatağın yatağa omuz attığı
papağanın papağana silah çektiği
cesedin cesetle çılgınca raksettiği o uppuuzun cerahatle lal vakti!"
özlerinin önünde bulanık bir gölle dolaşıyor.
bildiklerini anlatan bir papağan o:
kim ne derse desin: İdealist.
Tadımlık
uzak günlükler
bir zamanların en özel sevgisine..
genlerimize çöreklenmiş ilk yolculuğun misafirliği
opal bavullarda bütün berbat hayatların tahlilleri ve
mıknatıs tenlerin üzerinde unutulmuş solgun temaslar
dilbaz martı ile ölgün yunusun tek nikâh şahidi;
pırıl pırıl bir miçoyum
kimseye görünmeyen sekizinci cüceyim
daha yeni boyamışım gemiyi açık siyaha
sağ avcumda poyraz sol avcumda uygunsuz rüyalar
kaç gümüşü altına çevirmiş profesör dudaklarım
hatırlarım
hem biliyorum asla çocuklara adanmaz
seyir defterleri..
sarıdan tahliye Babyface Limanında
yağmura ve incecik bir yalnızlığa rağmen
şarap içmişim iki mavi liraya köpürte köpürte
oysa sen
bir kartpostal niyetine postalandığın cennetten
kötü bir haber olarak dönmüşsün yine bu yere...
ah
hatalı intiharların doğru tahmin edilmiş nedenleri...
bir gece sabaha karşı
alışılmış fırtınalarla
kayalıklarına bindirmişim
zalim âşıklar yaşıyormuş senin denizfenerinde!
ağzımda sönmüş bir gitanes sigarasıyla
şimdi bakıyorum da sığ okyanuslara
ne uzak günlüklerdeki telaşlar
ne de pazularımdaki arzu dövmeleri
hayret
hiç geçmiyor adın cızırtılı yardım çağrılarında
çaresiz bir filika gibi sığındığım
tahsilli gülümsemenden iz yok radarlarda da
ve kanını dondurmamış meğer
balerinler gibi döne döne batışım!
ne demişti bizi bir bıçak darbesiyle ayıran Kıran:
ancak kara göründüğünde kalkışılınır gerçek ihanete,
ne kadar isterse istesin kavuşup kucaklaşamaz
iki deli dalga aynı mahşerî denizde!
neyse.. sevgilim!.
çözülsün boynundaki palamar, idam mahkûmunun
ve the cureun şarkıları kalsın sana bu kışaşktan
gemi dibe oturdu, vakit tamam, artık ne olacaksa olsun
define bulamaz tahta kalpli korsanlar
bizim meşhur rotamız dolunaylar patlatır be kaptan!
2 ocak 1995
pil
otomobilin altında kalmış
peygamber.
bir delikten içeri sızmaya çalışmış
hayatı boyunca kan.
kapan kapanmadan önce kararan hava
şişirmiş komik cinlerin etli ciğerlerini.
istanbula inen uçak
avcundan su içmiş karanlığın.
öyle yazmışsın mektubunda
öyle dedi akıl hastanesine yatırılan postacı.
28 kasım 1996
çin lokantası
beni sevmene asla izin vermeyeceğim
diye yazmıştın kapımdaki not defterine;
kendi kapımı çalmak zorunda kalmıştım
içerde olmadığımı bile bile!
gövdeni hatırlıyorum ansızın bu kış ormanında işte
uzun büyük parlak
siyah ve vahşi!
parçalayacak kadar siyah
ve onarabilecek kadar vahşi!
sanki
aşka hayattan daha fazla özen gösteren, çocuksu
ama hep hırpalanmış, hırpalandıkça palazlanmış bir ziyaretçi!
gövdenin tarihinde yan yana dururdu yalnızlıklarımız
plastik ve acımasız, zehirli ve karmaşık
kısaca, birbirlerine sevgiyi öğretmeye çalışırken
birbirlerine kan içirdiklerini anlayan iki serseri âşık!
elerinin saklamaya çabaladığı o şehir gecesi
başın omzumda, gözlerin kapalı, saçların açık
giderken citroen:dudaklarını döven neon gazı,
dudaklarındaki kazı tozu. ölelim mi... demiştin
bak şimdi tam sırası!
dağlarda bir çin lokantasıydık senle ben
müşterisiz
mütemadiyen ağlamaklı
için için eğlenceli
temiz..
çevresinde çizgifilm hayvanlarının oynaştığı
bir çin lokantasıydık dağlarda senle ben
bir tahta masa iki iskemleyle sınırlıydı ülkemiz
mesela
yeni pişmiş pirinç pilavı dilinin üstünde yürürdü kokarca
ve sağ kulağındaki halka küpeden atlardı çığlık çığlığa
tenimdeki tüm yabanıl bitki örtüsü
biz birbirimizin çatalı, bıçağı
biz birbirimizin incelik hırsızı, gönül süsü
ayrılık, bir yutulmaz lokma gibi kaldı boğazımızda!
sevgilim, sevdanın sevdaya ettiğini etmez et, kemiğe
sarayın çıkışlarını tutarken uyuşturucu ve kaftan
merdivenlere yığılıp ölen son şehzade
son fırsat, kaçınılmaz son düet, son soytarının son yemini
son sonsuzluğa dokunan küstah kızıl kanaviçe!
dağlar, dersini verir acının kuşkusuz
aslolan, savruk ruhlara yakışan sahici ölümler bulmakta,
yoksa kimin kimin tabutunu çakacağı mühim değil
gecenin koynuna ihanet, bir orospu gibi sokulmakta!
ışıktan ışığa geçen o tenha yolda
o karanlık nefes alışta ve o darmadağın boğulmada
seni sevmeme asla izin vermediğin o kör noktada
o hırçın, o fazla erkek fazla kadın noktada
tanımadığım
tanımaya kalkışmadığım
izahı zor, kavranması imkânsız bir hastalık gibi
ilerledim gövdenin gövdemi bulandırdığı
şaha kaldırdığı boşluklarda!
iz sürmedim
ad sormadım
dönüp bakmadım ardıma!
hatırla sevgilim, mutlaka sen de hatırla
o kadar çok kovaladık ki hayat içersinde
kendi kendimizi,
mecali kalmadı hayatların başka hayatları yakalamaya!
beni sevmene izin vermeyeceğim
diye yazmıştın kapımdaki not defterine;
ben de eklemişim altına:
aşkı dövmek lazım
kalbe terbiyesizlik ettiğinde!..
yaz boyu, 1996
üçgen
üç gen
istirahate çekilmiş şehirlerden geç
terkedeceğin kadın olmalı bir tarafında
tren, yanında yatan yabancıya uzattığın el
gibi ürkekçe yaklaşmalı son noktaya
biliyoruz biz burada, senin sesin yoktu,
biz burada uslu çocuklara şeker alırken
gecenin göğsüne ucunda elmas taşıyan ok
gibi saplanıverdi birdenbire i need you
maalesef! tamamlamamış ressam portreni
eksik kalmış gözlerin yüzünde, aldatıyorsun
günü
bak, koynuna ay almışsın
sen kendini ne sanıyorsun
ben kendimi kim bilir ne sanıyorum,
bir zamanlar ben de istirahate çekilmiş
şehirler geçtim
kadınlar terkettim paramparça
şimdi açım ve ıslanıyorum
kendine güven, kendini küçümseme
mesela kimse görmez kelebeğin gülümsemesini
çiçeğin açarken çıkarttığı sesi kimse işitmez mesela
her neyse, ben hep o yabancı gibi yanındayım
bana kızma, yeni sevgilim pek hırçın laf aramızda
telefonu kapatmak zorundayım,
vampir rotası
yalnızca iki el ateş edeceksin
çünkü aşk, israf değil!
içinde gizlenen siyah beyaz hayvan
haplanmış gözlerine çöken terki diyar
kalbinin çıkışındaki esrarlı sudan sebep
ve tetikteki on birinci parmak
bir kancalı |