Kitap Tanıtımı |
"Tarihin sonu", "ideolojilerin tükenişi", "evrensel değerlerin çöküşü" ve tüm bunlarla bağlantılı olarak düşünce ve sanat dünyasına iyice egemen olan "post-modernizm!" tartışmalarının asıl sorgulaması gereken bizzat "modernlik" değil midir? Günümüzün önde gelen toplumbilimcilerinden Alain Touraine, Modernliğin Eleştirisi'nde işte bunu yapıyor... Batı'da uzun süre bir yandan akıl utkusuyla, öte yandan da geleneklerin, inançların yıkımıyla özdeşleştirilen modernliği sorguluyor. Tarihsel çözümlemelerinden hareketle geliştirdiği düşünceler çerçevesinde, akıl adına keyfi egemenlikler ve tekbiçimciliğin dayatılmasını da, zorunlu olarak ırkçılığı, hoşgörüsüzlüğü, hatta din savaşlarını getirecek olan sınırsız çeşitliliği de reddediyor yazar: Özneye kulak vererek modernliğin yeniden kurulmasını ve dünyanın yeniden oluşturulmasını öneriyor. "Türk okurunun düşünceme göstereceği ilgiye çok özel bir önem veriyorum, çünkü Türkiye bu 'dünyanın yeniden oluşturulması'nın en etkin biçimde arayış halinde olduğu ülkelerden biri (...). Geçmişle gelecek arasında bir tercih yapmaya değil, bu ikisini bir araya getirmeye çaba gösteren bir ülke." Alain Touraine, Modernliğin Eleştirisi'nin Türkçe baskısına Önsöz, 28 Şubat 1994-
Tadımlık
Modernliğin modernist eleştirmeni Rousseau
Yukarıda Jean-Jacques Rousseau'nun adını birçok kez andık ve Hobbes'la birlikte ele aldık. Oysa, Rousseau, her ne kadar filozofların, özellikle de -1749'da Vincennes yolunda, Dijon Akademi'sine 1750'te teslim edeceği ilk Discours'un (Söylev) doğmasına yol açan esini yakaladığı sıralarda, hapisanesinde ziyaret ettiği- Diderot'nun bir müridi olsa da, onun düşüncesi daha da ileriye gider; toplumsal bulanıklık ve eşitsizliğe karşı doğanın uyumuna çağrıda bulunma ve bu niteliğiyle modernliğin içeriden gelen ilk eleştirisi olma özelliğini taşır. Rousseau'nun yapıtına o ayrıcalıklı önemini verecek olan, asıl ilk Discours (Söylev) değil, Du contrat social'i (Toplum Sözleşmesi) hazırlayıcı bir nitelik taşıyan ikinci Discours'dur (1754). Antik Çağ'da, özellikle de Hesiodos'da pek gözde olan, bilim ve sanatların gelişmesinin geleneklerin çöküşüne yol açtığı fikri parlak bir inceleme konusudur ama toplumsal düşünceyi yenilemez. Buna karşılık Rousseau, bu ikinci Discours'unda eşitsizliği mahkûm ettiği andan itibaren Aydınlanma'nın o iyimser akılcılığından sıyrılır. Bu yapıtta, Hobbes'la arasındaki farklılık dev bir boyuta ulaşır. İnsanları toplumsal bir düzen yaratmaya ve haklarını mutlak bir hükümdara devretmeye iten savaş ve ölüm korkusu değil, modern toplumda gelişerek sivil toplumun karşıtı bir siyasal düzen yaratılması sonucunu doğuran eşitsizliktir. Genel iradeye çağrı, Rousseau'da eşitsizlikle mücadele aracına dönüşür. Pratikte, yurttaşlar topluluğu olan devlet, bizzat modernleşmenin bir sonucu olan toplumsal farklılaşmanın gerekli bir karşıt denge unsurudur. İşte Rousseau'nun devrimci ve toplulukçu karşı--modernizmi budur. Tıpkı Antik Çağ'da Atina gibi, ya da dönemin Cenevre'si, Korsika'sı, belki de Polonya'sı gibi, zorunlu olarak boyutları küçük olan topluluklar, birliği işbölümü ve çıkar arayışı tarafından tehdit edilen büyük toplumların karşıtı bir nitelik taşır. Bu da, bugüne -ya da düne- değin, sivil toplumu kapitalizmle, özel çıkarların ve bencilliğin utkusuyla özdeşleştirme ve kendisini cumhuriyetçi devletin ve ulusal bütünleşmenin tellalı olarak sunma eğilimindeki Fransız solunun en temel ilkesi olan siyasal alan kavramına geri dönüş anlamı taşır. Fransız solu toplum kavramına kuşkuyla yaklaşır, onun yerine ulusal devlette vücut bulan halkın egemenliğini tercih eder. Siyasal alanın böylesine yüceltilmesi, Hegel'in devleti toplum olarak sunan (staatgesellschaft) çözümlemesiyle doruk noktasına ulaşacaktır. Toplum Sözleşmesi'nin yazarı Rousseau'ya göre "özgün bir biçimde insan olmaya, ancak yurttaş olduktan sonra başlarız"; yeni bir toplum, yani, yeni insanı doğuracak olan yeni bir siyasal düzen yaratma yolundaki en iddialı girişimleri besleyecek olan işte bu fikirdir. Modernizm, eşitsizliğe ve zenginleşmenin olumsuz etkilerine karşı, insanla doğanın ittifakını sağlamak için halkın egemenliğine dönüşen akıl adına mücadele edilmesi için kolektif iradeyi harekete geçirir. Ama Rousseau genel iradenin, böyle saf olarak kalmasının, gerek bireylerin, gerek toplumsal kategorilerin çıkarlarına karşı kendisini böylesine mutlak bir biçimde dayatabilmesinin mümkün olamayacağının bilincindedir ve burjuvalaşmış bir Cenevre konusunda boş hayallere kapılmaz. Rousseau, Montesquieu ve Voltaire'in, siyasal iktidarın sınırlandırılmasıyla dayanılabilir kılmaya çalıştıkları iktisadi modernlikle yurttaşlık arasındaki bu çelişkinin üstesinden gelinemeyeceğini ve dramatik bir niteliği olduğunu görmüştür çünkü o çelişki, Rousseau'nun, Emile'in I. Kitap'ının en başından itibaren söylemiş olduğu gibi doğal düzenle toplumsal düzen arasındaki çelişkiye dayanmaktadır. Jean Starobinski, Emile'in IV. Kitap'ında yer alan, görece ve yapay oldukları farklı toplumlarda girdikleri farklı kılıklarla kanıtlanan dogmalarla doğal din arasındaki karşıtlığı ortaya çıkaran, "Savoie'lı papaz yardımcısının imanını açıkça dile getirmesi" bölümünde en gelişkin biçimini alan bu olmakla görünmek arasındaki karşıtlığın ısrarla üzerinde durur. Bu çelişkinin nasıl aşılabileceğine gelince, bu, olumlu anlamda ahlaksal olmaktan çok ahlak-sız olan ilkel bir topluma geri dönmekle değil, toplumsal çelişkilerin yıkılmasıyla ve doğrunun sezgisel olarak bilinmesi üzerine kurulu bir iletişim toplumunun kurulmasıyla mümkün olacaktır. |