Londra Şiirleri
ISBN 9789750802270
Yayınevi Yapı Kredi Yayınları
Yazarlar Sefa Kaplan (author)
Kitap Tanıtımı Arka Kapak Yazısı "(...) kimsem yok, çıkmaz ağlayanım bile keşke bir ülkem olsaydı, bir annem olsaydı keşke, desem de nafile (...)" Şairin "zorunlu" gurbetinin şiirleri... dervişin "sürekli" gurbetinin içinde! Tadımlık AKŞAMIN AYNASINA DÜŞEN IŞILTILAR BAHSİ VERONICA ruhundaki akarsuya değirmen taşıyan ve akşamdan akşama yaşayan kirpikleriyle, hayli yorgun ve sarışın bir şizofrendi veronica, saçlarını çözdüğünün görülmesi kadar korkardı, irlandalı olduğunun bilinmesinden de. ay düşerken üşüyen bir yüzü, kelimelere sığdıramadığı şizofren bir sızı vardı derin deniz diplerinde ruhunun, farkındaydı elbet, korkularla beslendiğinin de, becketti karşı kıyıda bırakıp terketmişti sorbonneu üniversite önemli değil de demişti bir gün, paristen uzak olmak, işte şizofreni bu! nereden duymuşsa, bir cuma sabahı sizin kürtleriniz gibiyim ben de bu ülkede dedi parmağını kirpiklerinde gezdirerek, titrek dizine vurup kırdığı bira bardaklarıyla dolunaylar çiziyordu bileklerine bir yandan da solgun köprü ışıklarında ayrıca ürpererek, anne diye bağırdı birdenbire, anne, bana eflâtun bir gelinlik getirsene! yine beckette kilitlendiği bir gün, eflâtuna boyadığı saçlarıyla geçiverdi karşıma, göğsüne astığı iki pasaportu kıvançla göstererek biri belfastta güpegündüz vurulan kız kardeşine ait ve geri çekerek gözbebeklerini, malone ölüyor! dedi malone ölüyor, benim hemen gitmem gerek! gidiş o gidiş. mermer kanatlı iki melek süslüyor şimdi mezartaşını veronicanın, kimi zaman yolumu kıyısına düşürerek iki karanfil ve bir fatiha bırakıyorum kirpiklerine, sebepli sebepsiz bir hayli ürpererek. ama söz sana veronica, eflâtun bir tebeşir bulur bulmaz bu ülkede, iki gelincik tarlası armağan edeceğim başucundaki mermer meleklerin ıssız yüreklerine: veronica, öldün, biliyorum, acele etmem gerek benim de! LOAN hayır, korku değildi onunkisi, yüreğini sakınıyordu sinemadan, ülkesiyle filmlerde karşılaşan kaç insan çıkar ki aranızdan. aynayla gömlek arasında duran kurutma kâğıdı gibi bir vatandan, kızılhaçta çalışan yaşlı bir alman doktorun kucağında berline uçtu loan, uçaktan indirildiğinde bile kız kardeşinin el bombasıyla parçalanmış beyni sarkıyordu saçlarından, sedef bir tarakla güç belâ temizlendi üç günde, ürperiyor hâlâ loan, fildişi bir tarak gördüğünde. bir gün iyice uzattığı saçlarını ördüğünde, ya ondördünde olmalı loan ya onbeşinde menekşe kokulu arkadaşı andreyle geliverdi eve, saklambaç, seksek derken andre tuhaf bir soru bıraktı orta yere: ama neden çekik gözlü değil senin ailen? çekik gözlerini süsleyen kirpiklerinden kıvılcımlar dökerek öğrendi loan, vietnam adlı bir dünyadan ödünç alındığını, kalın kaşlarını jiletle doğradı sonra, farkedince, vietnam denilen bir ülkeden öç alındığını. sinema, vietnam demekti loan için anlaşılır bir şeydi bütün oliver stone filmlerinde kapıdan dönmesi, kaşlarının yokluğuna rağmen! DOMINIQUE güya harita bilgisi derindir bende, kar aydınlığı düşlerine eşlik eden gülüşleriyle ivory coastdanım dediği zaman dominique, ayıptır söylemesi, utandım cahilliğimden de. madagaskar, kamerun, somali, kenya bölüne bölüne azalan ülke yalnızlıklarında atlasım da yok şimdi derken anlattı dominique: bizde ülke dediğin biraz film gibidir, sahneden sahneye değişir sınırları, bir gün albay tajero yürür güneye, ertesi gün gerillalar, böyle bir ülkeye ülke der misin sen? yine de seviyordu ülkesini, dile ne kadar kolay birkaç yılını da pariste geçirmiş, efendinin ülkesi diyordu biraz utanarak, fransızcası ana dilinden iyiydi üstelik, bilmem neden, sömürge sahillerine sürüklenmeden, sömürgeleşen bir ülke geldi aklıma birden, dominique dedim, utanma kendinden kim ne kadar kıblesine sahip çıkabiliyor ki zaten? inci dişleriyle zenci düşlerini birleştirip gülümsedi kendiliğinden: bilmez miyim sanıyorsun sen ben bile kaçamadım tarihimden? ROBERTA akasyaların ağıt diyârından, titrek bir merhaba gibiydi bir kırlangıcın kanadına binip de düşmüştü sanki londra sokaklarına kendi içine hiç eğilmemiş bir italyan öfkesinden değil, yenilgisinden şikâyetçiydi. verona adında bir bulut ülkesi paveseyi aradım bir süre beyhûde bir çabayla gözbebeklerinde oysa, ne kadar çok benziyordu cihângir cinâyetler cumhuriyeti çocuklarına, kirpikleri hem anayurdu, hem hücresiydi. iki ıslak merhabayla kuşandığı sarnıçlardan, iki ıslık gibi sıyrıldığı geçmedi gerçi umbertonun kayıtlarına ama, dantenin cehenneminde kısık sesli bir bohemya olmaya da gönül indirmemişti, hakikate teğet tarlalarında aşkın yankısını kuşanan bir karanfil sesiydi. futboldan anlamazdı gerçi ama iyi bir tarihçi olabileceği kirpiklerinden belliydi! ISABELLA türkçe ne kadar anlaşabildiysem kadifesi kepaze ülkem halkıyla, onunla da işte ancak o kadar anlaştık! hatırlıyorum elbet sınıfa geldiği ilk günü ipek aldanışlarda bir fransız, tuhaf bir kır gülü, fransız mısın? diyecek yerde, fransa mısın sen? dediğim için, kısa sürede kaynaştık! ingilizceye iliştirilmiş zarif bir bulut gibidir, fransızca yazıp ingilizceye tercüme ettiği kartları gelir hâlâ ara sıra reimsden bütün zarflarda yanlıştır adım ve hepsine aynı cümleyle başlar: yağmurları çok seven biri olduğunu hiç unutmadım. bunlar neyse ne de, bir gün olağanüstü bir yağmur yağarken londra sokaklarına, kurtarmak için durumu şemsiyesinin altına davet etti beni, hayır dedim öfkeyle, bir şemsiyenin altına girecek olsaydım ben, özler miydim sanıyorsun bu kadar anayurdumu? CARMEN yarısı kırmızı kaşlarının, yarısı beyaz saman sarısı da yabancısı değildir, endülüsün en yanlış bâkiresi, tepeden tırnağa işve, tepeden tırnağa naz. gülüşü kandildi, bahçesi mayın arada iri karanfiller iç savaş yıllarından sonra topukları titrek bir yaz, sarayın serin avlularında öğrenilen ilk dans ilk dokuz yaşında çıkmış sahneye kulaklarında küpe yerine dudaklarında gezdirilmiş kan gibi dört kiraz. bir müzik sesi duymayagörsün sınıfta bile yerinde duramaz topukları deprem yaratırken tahta döşemede, göğüsleri sanki iki ağır elmas, santim kıpırdamaz kimi zaman da tam tersi kelimeler tanımlayamaz. carmen dedim bir gün carmen, n