Kitap Tanıtımı |
Kuz Dönemeci bir dönem romanı... 27 Mayıs 1960tan başlayıp günümüze doğru üç darbeyi içine alan bir zaman dilimine oturmakta... Bu süreçte yaşayan üç kuşağın devrin olaylarından etkilenmesi ele alınmış ve tarihle toplum birlikte yoğrulmuş.
Romanın iki ekseni var: eksenlerden birinde İstanbulda yaşayan Halidenin, Lalenin ve Lalenin çocukluk arkadaşı Bedianın trajik, hüzünlü hayatları anlatılmakta, diğerinde ise Uluköyde yaşayan Satının kızları için köyün değişmez törelerine başkaldırılışının öyküsü yer almakta... Bir süre sonra iki eksen bir şekilde kesişerek bu farklı sosyal yapıdaki kişilerin hayatları İstanbulda birlikte devam ediyor.
Roman, kahramanlarının gizlerine, aşklarına ve yaşam savaşlarına ait düğümler sonuçta çözülüyor. Kimi mutlu sonla, kimi derin bir acıyla... Fakat hepsi de hayatlarının karanlık bölümü olan kuz dönemecinden geçmek zorunda kalıyorlar.
Bu dünyaya gelmeyi onlar istemediler... İyi, kötü, güzel, çirkin huylarını kendileri seçmediler... Doğar doğmaz bir yol buldular önlerinde yürüdüler... Yol kimileri için kısaydı, kimileri için uzun, ama hepsi de kuz dönemecinden geçtiler...
Birinci bölüm
I
Ihlamur sokağını diğerlerinden farklı kılan, adını aldığı iki yanında sıralanan ıhlamur ağaçlarıydı. Sokağın sakinleri için bir gurur kaynağıydı bu ağaçlar. Rüzgârlı havalarda yapraklarının hışırtısını dinler, çiçeklerinin güzel kokusunu içlerine çekerek tadını çıkarırlardı.
Sokağın ortalarına doğru cephesi boydan boya limon küfü renginde çinilerle kaplı, iki kanatlı pencereleri aydınlığı içeri davet edecek kadar geniş, göze hoş görünen üç katlı bir ev vardı. Öne çıkık terası inceden inceye ölçülüp biçilmiş bir şekilde üst kısmına yerleştirilmişti. Evin en göze çarpan yanı sokağa açılan dantel gibi işlemeli, üstünde aslan başı tokmakları olan demir kapısıydı.
Önünde, kaldırım taşlarına sıkışıp kalmış ıhlamur ağacı yaşlı gövdesini korumaya almak ister gibi eve yaslanmış, körpe yapraklı dallarını tarasa kadar uzatmıştı. Çok da özel bir ev değildi ama bakımlı küçük bahçesi ile sokağın görünümünü zenginleştiriyordu. Bu evin alt kat kiracısı Eşref Bey o günün ışıl ışıl sabahında her zamanki gibi erkenden kalktı. Gençliğini çoktan yitirdiğinden tansiyonunu düzenlemek, yaşlı kalçalarının, yorgun eklem yerlerinin ağrılarını dindirmek için ilaçlarını yuttu. Yine her sabah yaptığı gibi bakkaldan günlük gazetesini almak için dışarı adımını atmıştı ki, silahlı bir asker ona:
İçeri gir, sokağa çıkmak yasak hemşerim, dedi. Bu işte bir fevkaladelik olduğu görülüyordu. Nedenini öğrenmek için başını öne doğru uzatıp sordu.
Ne diyorsun oğlum, ne oluyor? Nedir bu hal? Bu sırada kolundaki işaretten çavuş olduğu anlaşılan diğer bir asker yanlarına geldi.
Bey Amca sokağa çıkamazsın, örf-î idare var, dedi.
Eşref Bey görmüş geçirmiş biriydi. Durumu anladı. Ne de olsa Meşrutiyetin ilanını, 31 Mart vakasını, işgali ve cumhuriyeti görmüş biriydi. Eğer asker evde otur diyorsa; devlette yangın var demekti. Yaşlı adam geri dönünce doğru kendi dairesine girmedi; merdivenleri zorlukla tırmanıp orta katta oturan ev sahibesi Halidenin zilini çaldı. Kadın henüz uyanmıştı; mahmurluğu gitmemiş gözlerini ovuştururken sordu.
Hayrola, Ne oldu Eşref Bey Amca?
Kızım garip bir durum var. Dışarıya kimseyi çıkartmıyorlar. Haberin olsun istedim.
Nedenmiş?
Örf-î İdare konmuş dediler. Radyoyu aç da ajanstan ne oluyor öğrenelim.
Meraklanan Halide radyonun sol tarafında bulunan açma düğmesini döndürdüğünde parazitli sesler doldurdu odayı... Sağda duran arama düğmesini iki yana oynatarak ışıklı şeridin ortasındaki çubuğu düzgün yere getirdi. Parazit yok olunca Harbiye marşı çalmaya başladı ve onu diğerleri takip etti. O sırada evin emektar yardımcısı Kâmile Hanım gürültüye uyanarak çıkıp geldi.
Bayram değil, seyran değil neden marşlar çalıyor?
Bilmiyorum Kâmile abla... Bu arada marş kesildi. Tok bir erkek sesi ulusa hitaben yayınlanan olağanüstü bir bildiri okumaya başladı. Türk Silahlı Kuvvetleri yönetime... Durum meydandaydı; Eşref Bey:
İhtilâl olmuş dedi.
Kâmile Hanım her zamanki kötümserliği ile,
Eyvah şimdi İstanbul yanıyor, diye haykırdı, kan gövdeyi götürüyordur.
Dur telaşlanma Hemşire Hanım, görünüşe bakılırsa öyle bir şey yok.
Tam o sırada da ıssız sokakta gittikçe yaklaşan bir arabanın motor homurtusu duyuldu. Tekerlekleri ile yeri sarsan bir cip bulundukları binanın önüne geldi, durdu. Halide durumu anlamak için balkonun gri boyalı demir parmaklığına dayanıp başını uzatarak baktı. Cipin içinden beş kişi çıktı; er olan dördü dış kapının iki yanına silahları ellerinde olduğu halde dizildiler. Subay olan beşincisi onların önlerinden geçip hırsla kapının tokmağını vurmaya başladı. Halide mülk sahibi olmanın sorumluluğu ile ne istediklerini sordu. Cevap sert ve kesindi.
Açın, yoksa kırarız. Askerler kapının sürgüsünü çeken Halideye aldırmadılar. Subay yukarı çıkan yayvan merdivenin alt basamağına iki eri dikti, öbür ikisi ile de paldır küldür yukarı çıktılar. Ardları sıra botların sert zeminde çıkardığı tok sesler yankılandı. Neye uğradığını anlayamayan kadın soran gözlerle Eşref Beye baktı. Yaşlı adam durumu kavramıştı.
Herhalde üst kat kiracısı Feyyaz Bey için geldiler; Demokrat Partinin içinde bir görevi var; bilmem ne başkanıymış.
Yukarıdan bağrışmalar duyuldu. Biraz sonra askerleri Feyyaz Beyi de yanlarına almış olarak merdivenlerden inerken gördüler. Bütün gücünü yitirmiş gibiydi, sürüklenerek götürülüyordu. Gözlerine ölümü bekleyen bir tevekkül ifadesi oturmuştu. Karısı Fitnat Hanım yukarıdan O bir şey yapmadı, bırakın onu. Lütfen çocuklarının gözü önünde böyle alıp götürmeyin diye çılgın gibi yalvaran çığlıklar atıyor, ağlaşan çocukların sesleri kadınınkine karışıyordu.
Subay, durumun ağırlığından hıçkırıklarını tutamayan Halideye yorgun ve bezgin bir sesle özür diler gibi bir açıklama yapmak gereğini duydu.
Benim elimden bir şey gelmez, emir böyle... Bir acıma duygusunun içini kapladığı yüzünden belliydi; ama görev görevdi: Feyyaz Beyi alıp gittiler. Halidenin suspus hali askerler gittikten sonra da devam etti. |