Kitap Tanıtımı |
"Dünyaya yazmak, dünyaya bir onun için bakmak. Yani dünyada olmayı, bu dünyada yaşamayı bir yana atıp salt onu yazmak için yaşamak! Yazmakla yaşamayı birleştirmek, birbirine karıştırmak, bu iki ayrı eylemi, tek bir eylemmiş gibi görmek. Cehennem bu." Kült Kitap, yazmakla yaşamanın birbirine karıştığı bir coğrafya. Dili de yaşamı da aynı tutkuyla yontan bir şairin yarattığı cehennem! Bu cehennemde gezinmeye niyet eden okur, "yaşama nerede bitiyor, yazı nerede başlıyor" diye sormasın hiç.
Tadımlık
YAZMAK DENEN CEHENNEM
Yazmayı cehennem olarak gören başka yazarlar var mıdır, bilmiyorum. Malraux yazmanın kahrediciliğine değinerek, ressamların mutlu, yazarlarınsa mutsuz kişiler olduğunu söyler. Örnek olarak da Matissele Picassoyu gösterir. Henry Miller da resim yapmayı yeniden sevmek diye tanımlar. Kısacası ikisi de yazmayı, resmin yanında, kahredici bulurlar. Nedenlerini pek açıklamazlar, ama yazmak ediminin ne bela bir şey olduğunda birleşirler. Ben yazmak eylemini cehennem olarak görenlerdenim. Bana bu düşünceyi verense, yazmanın zorluğu, güçlüğü, kahrediciliği değildir. Bunu söylerken ne sözcüklerin, ne dizelerin saçtığı cehennemi, ne de beyaz bir kâğıdın yaptığı baskıyı, sıkıntıyı yadsıyorum. Az şey midir sözcüklerin zulmü? Sözcüklerin salt bir nesneyi algılamaları yeter mi? Sesleri, kokuları, renkleri, çağrışımları yüklenmeyen bir sözcük nedir ki? Bir dizede yer almaları, o dizenin kendisi olmaları kolay mıdır? Yazının hangi alanında vardır sözcüklerin şiire yaptığı baskılar? Sonra ilk dizenin direnişi, ele gelmezliği, kurumu, despotluğu? Bu acımasızlık, gaddarlık, kadirbilmezlik. Ya bir şiiri bitiren elin çektikleri? Kâğıdın, kalemin kıyıcılığı? Sonra bilinçaltının, duyumun o korkunç tankeri beynin, bir uyum adına verdiği savaşlar? Asıl da ak kâğıdın saçtığı cehennem?
Bütün bunlar nasıl görülmeyebilir, bir yana atılabilir? Ama bütün uğraşların yazgısı değil midir bu? Hangi iş bunu istemez? Bu değil yazmanın acımasızlığı, kahrediciliği. Cehennem benim için önce bu yeryüzünü yazmak istememden, bunu üstlenmemden geliyor. Hem bunu benden kimse istemediği halde bu böyledir. Cehennem dediğim bu işte.
Dünyayı yazmak, dünyaya bir onun için bakmak. Yani dünyada olmayı, bu dünyada yaşamayı bir yana atıp salt onu yazmak için yaşamak! Yazmakla yaşamayı birleştirmek, birbirine karıştırmak; bu iki ayrı eylemi, tek bir eylemmiş gibi görmek. Cehennem bu. Kişi yeryüzünde böylesine somut, acımasız bir durumu yüklenmeyegörsün, mutsuzluğun dik âlâsını taşıyor demektir. Bu yerküreyi, bu yerküredeki anakaraları, denizleri, insanları, bitkileri, hayvanları görmemek; nehirlere nehir, gökyüzüne gökyüzü, ormanlara orman, kuşlara kuş, bir sokağa sokak, bir eve ev, bir ağaca ağaç, çocuklara çocuk, sevilere sevi olarak bakmamak; salt yazmak için bakmak! Yaşamaksa yazmak adına yaşamak; hep bir ak kâğıdı görmek, oraya bütün bunları dökmek ve kurtulmak... Ne zamana değin kurtulmak? Arpa boyu, yalnız arpa boyu bir süre için. Yerküre durmuyordur çünkü: Güneşler yanılmamışlar, gök, boşanır dediğimiz gök, boşanmamış; suyun, toprağın ısısal ölümü ters dönmüştür. Dahası, şimdiye değin gördüğümüz nice şey yeni devinimlere, değişimlere dönüşmüştür. Öyleyse yeryüzü, bu en büyük kitap, hep yazılmalıdır. Sözcükler, sevgili sözcükler yerlerinden oynatılmalıdır, yeni bir yaşam adına. Yeryüzünün bir yerinde bir yaşama gerçekleşmiş, en güzel, en somut sözcükleri bekliyordur. Acunun bir başka köşesindeyse eşitsizlikler doruğa çıkmış, en yalın, en terörcü sözcükler bulunmalı ve sürülmelidir. Bir başka yerde de sular artık yatağından çıkmış ve kıyametler belirmiştir. Yani her şey, her şey yazılmak, yazılmak istiyordur. Yaşam bütün biçimleriyle sürümden kaldırılmıştır, ağmıştır gök.
Böyle biri için yaşamak nedir? Her gördüğünü yazmak, her yaşadığını yazmak, biriktirmek, depolamaktan başka? Salt görmek mi? Bir yüze, bir elmaya, bir yaprağa dokunmak; bir sesi, rüzgârları, boraları, çığlıkları dinlemek; havayı, zamanları, kentleri, bitkileri, çiçekleri koklamak; bir gök, bir yerbilimcisi gibi yeryüzünde olup bitenleri incelemek, bunları hep yazmak adına yapmak. Kendini her yere böyle götürmek, bu kendini dışlaştırmak değil de nedir? Kişinin her şeyi, yani yazmayı bir yana atıp, bir yüze salt bir yüz olarak bakması, bir yaprağa dokunması az şey midir? Bunu yapamamak zulümlerin zulmü değil midir? Buna niçin zulüm olsun denebilir mi? Ya da böyle bir kişiye mutlu bir kişi olarak bakılabilir mi? Dahası, insanın yapamadığında mutluluk olur mu? Zindanın ta kendisi bu değil midir? Özgürlük bunun neresinde?
Öte yandan, yazmak, yazmayı seçmek özgürlük gibi görünebilir: Var olmak bir seçme olduğu için, seçen insan var olduğu için. Ama sevinçsiz var olma ne denli sağlıklı bir şeydir? Yazmak hiç mi sevinç vermiyor? Dedim ya çok kısa süreli bir sevinç bu. Bir şiiri bitirmek, yani yaşamayı bir kâğıda gömmek, onu oraya geçirmiş olmayı bilmek, kıvancın ta kendisi elbet. Ama ya sonra? Zindan yine başlıyor. Kâğıtların, ille de kendisi için yaşamayı istediği, başka bir yaşama tanımadığı karanlık. Böylece insanlar, sokaklar, kentler, bin göz bin kulak kesilmiş doğa, kâğıdın baskı alanına giriyor, kalemlerin uçları açılıp onun adına sıralanıyor, el onun adına kalkıyor. Bütün kapılar, bütün kurtuluş yolları kapanıyor. O amansız, kargışlı, ölümcül kâğıtla yüz yüze geliyorsun. Her şey sese, renge, kokuya, devinime dönüşüp duruyor: Kurtuluş yok! diyor. Bütün zehrini akıtıyor, ellenip ayaklanıyor. O zaman kollarını sıvayıp onun buyruğuna girmekten başka çıkar yol olmadığını anlıyorsun.
Yazmanın böylesine baskısı altında yaşayan birinin, bir kişi olarak özgürlüğü yok demektir. Bir işadamının yaşamından ayrı değildir yaşamı. Bütün ayrım olsa olsa yazarın bunu kendi seçmiş olmasıdır. O kadar. Öte yandan, buna seçmek demek de zordur. Nedeni de, bu dünyada kendisinin başka türlü doğrulamayacağını anlaması, elinden başka bir şey gelmeyeceğini bilmesidir. Hem yazmak böyle bir şey değil midir? Yaratıcı dediğimiz kişiyi bunun dışında düşünebilir miyiz?
Başkalarını bilmem, yazmak benim için cehennemdir.
Defterler 1955-57-58 |