Karanlık Hep Vardı Biz Aydınlığa Çabaladık
ISBN 9789758759101
Yayınevi Sinemis Yayınları
Yazarlar Bülent Akarcalı (author)
Kitap Tanıtımı Bu kitabımda ele aldığım konular, ileriye sürdüğüm düşünceler, yaptığım yorum ve değerlendirmelerin hepsi zamanında muhataplarıma ilgili platformlarda yazılı veya sözlü olarak ilettiğim görüşlerden oluşur. Bunlar partimle ilgili hususlarda; merkez karar ve yönetim kurulu, başkanlık divanı, Meclis parti grubunda yaptığım konuşmalar ile milletvekillerine, parti teşkilatına mektup, rapor olarak gönderdiğim evraklardan meydana gelir. Parti dışına ait konular ise basın, TV, radyo ile Meclis Genel Kurulu ve ihtisas komisyonlarında yaptığım beyan ve konuşmalar ile bakanlara yönelttiğim binlerce yazılı soru önergelerinden, çeşitli gazete ve dergide yazdığım makale ve hazırladığım raporlardan oluşmaktadır. 20 yıl süreyle kaleme aldığım bine yakın makale, hazırladığım yüze yakın raporu, parti farkı gözetmeksizin Meclis’teki tüm milletvekili arkadaşlarıma da gönderdim. Dolayısıyla kitabımın içeriğinde, kimi sert gelebilecek ifade, tavır ve yorumların hiç biri sonradan eklenmiş değildir. Kitabın sonuna eklediğim bir kısım belgeler bunun delilidir. Ancak kitap ekini kitaptan daha kalın kılmamak amacıyla ekleri kısıtlı tuttum. Yine de TBMM – ANAP tutanakları ile basın arşivlerine ihtiyaç duyacak olanların araştırmalarına açıktır. Yıllar önce ham elmasın tıraşlanıp pırlantaya nasıl dönüştürüldüğüne dair okuduğum bir yazı bana hayatta önemli bir ölçüye sahip olmamı sağlamıştı. Taşın büyüklüğüne, yapısına, elmas tıraşlayıcısının becerisine ve nihayet geometri kurallarına göre, bir elmasta en fazla 57 adet yüz-cephe açılabilirmiş. Taşın bir yüzünü altın mücevhere (yüzük – kolye – küpe – broş vs.) mıhlamak gerektiğinden geriye ışık alıp veren 56 yüz kalırmış. Fizik kurallarına göre bir yüzden giren ışık kırılıp diğer 55 yüzden çıktığından, pırlanta ışıl ışıl parlayan bir taş görünümünü kazanmaktadır. Pırlanta kelimesi Fransızca parlayan anlamına gelen “brillant”tan gelir. En iyi ham taş, ehil olmayan bir elmas tıraşçının elinde, diyelim 35-40 yüzlü yontulursa, o taş büyüklüğüne rağmen az “ışıltılıdır” ve dolayısıyla daha az “değerlidir”. Bu örneği hep aranacak, aranması, bulunması gereken “gerçekle” bağdaştırdım. Gerçek ancak 56 yüzlü olabildiği takdirde bize ışığın tamamını yansıtabiliyor. Gerçekten korkanlar, çekinenler, kaçanlar ise halkın önüne 35-40 yüzlü gerçekle çıkıp, gerçeği istedikleri gibi saptırabiliyorlar. Hayatım boyunca bana gerçek diye sunulanlara bilimsel anlayış ve araştırmanın temeli olan şüphecilikle yaklaştım. Bizlere “doğru” diye sunulanların ne ölçüde doğruyu yansıttığını sorguladım; o doğrunun yanına “yeni bir yüz” açmak için, yani kamuoyuna sunulacak gerçeğin 56 yüzlü olması için uğraştım. Gerçeğin arkasına saklanmış, gizlenmiş esas doğrular var mı yok mu aramaya bulmaya çalıştım. Kitabımdaki yaklaşımın temelinde bu arayış vardır. Bazı yorumlarımın kimi arkadaşlarımı üzeceğini biliyorum. Ancak bu tepkileri göze aldım. Amacım kesinlikle kimseyi küçük düşürmek değildir. Kendi değerlerime göre elmasa bir yüz daha eklemeye çalıştım. Gerçeği aramada ve yaklaşmada kendi partimle, genel başkanımla, bakan ve milletvekili arkadaşlarımla ters düşmeyi peşinen kabullendim. Son 10 yılda kendi partisinin kurduğu hükümetlerin başbakanına ve bakanlarına en duyarlı ve polemiğe açık konularda yazılı soru iletmiş bir milletvekili olduğum bana iltifat olarak değil, serzeniş olarak zaten sık sık olarak iletilmişti. İzmir milletvekilimiz sn. Rüştü Saracoğlu’nun bankalardan sorumlu devlet bakanı olduğu Anayol hükümeti döneminde kendisine kamu bankaları yönetim kurullarına yapılan atamalarda “eğitim, yabancı dil bilgisi, deneyim” gibi unsurların aranıp aranmadığını sorduğumda Mesut Yılmaz başbakandı, atanan kişiler de eski Milletvekili arkadaşlarımdı. Yazılı sorum üzerine yapılan atamalar değiştirildi. 1998 yılı başında yine Mesut Yılmaz’ın başbakanlığı döneminde bankalardan sorumlu devlet bakanı Güneş Taner’i Türk Bank olayı hakkında sorguladım. Konuyu Mecliste yazılı soru, ANAP grubunda sözlü olarak gündeme getirip, mevduat sigorta fonundan bu bankaya 400 milyon dolara yakın bir para aktarıldığını ortaya çıkardım ve bunun hesabını sordum. Kitabımı okuyanların “Türkiye’yi yönetmeye kalkmış olanların şikayet hakkı yoktur, ya da 20 yıllık milletvekilliğim sırasında aklı neredeymiş?” gibi soruları sorabileceklerini de peşinen tahmin ediyorum. Burada, yazdığım ele aldığım, irdelediğim her konunun, her sorunun elimdeki tüm imkanları kullanarak üstüne gittim. 20 yıl boyunca bir gün bile “suya sabuna dokunmayayım, gönülleri hoş tutayım, ben de makam, mevki sahibi olayım” demedim. Kendi bilgi, beceri, yetenek, eğitim, azim ve iradem ölçüsünde gece gündüz çalıştım. Haftanın beş günü evde gece ikilere kadar sürekli çalıştığımın şahidi ‘’yeter artık’’ diyen ailem oldu. Hayatı boyunca çok yazmış birisi olarak, bu kitaba başladıktan sonra kitap yazmış olanlara yönelik saygım on kat arttı diyebilirim. Meğer ne zormuş kitap yazmak. Yüzlerce sayfa boyunca mantık çizgisini koruyup, iddia ettiğiniz hususların, savunduğunuz fikirlerin belirli bir tutarlılık içinde olmasını sağlamak. İnanın hiç kolay değil. Daha ilk kitabımda, bu iş bana zor geldiği için söylemiyorum. Dört beş kitap yazıp yayınlamış birine rastlarsanız o kişinin derin bir saygıyı hak ettiğinin bilinmesini istediğim için belirtiyorum. 3 Kasım seçimlerine katılmayıp aktif siyasetten ayrılmaya karar verdiğim günlerden itibaren bir kitap yayınlamayı tasarlamaya başladım. Aklımda 1983’ten bugüne yaşayıp, şahit olduklarımı içeren iki kitap ile “Sigara yasağı hakkında verdiğim mücadeleyi, insan hakları ve Türkiye’nin uluslararası alanda karşılaştığı haksızlıkları, Ermeni soykırım iddialarını ve devlet yapısının değişmesini” ele alan beş-altı konu vardı. Başlamak için yöntem olarak teybe konuşup sonra bunu yazıya geçirmeyi düşünüyordum. Ancak teybe konuşmak, konuları bilip sizi sorularıyla yönlendiren, tahrik eder biri olmadan, sıkıcı ve tekdüze bir teknik oluyordu. Bu sorunu aşmak için kafa yorduğum günlerden bir gün postacı bir mektup getirdi. Ankara’dan bir yayıncı bana aradığım çözümü sunuyordu. Yazmaya niyetli olduğum bu kitaba bir an önce başlamamı sağlayan kişi, daha önce hiç tanımadığım Osman Gürkan olmuştur. Kendisine özellikle teşekkür ediyorum. Emre Kocaoğlu kendi kitabının verdiği deneyim ve birikimle yazılarımı sabırla iki kez elden geçirdi, Meral Kuban, Nurdan Camcı ve Çiğdem Şiranlı hanım kızlar ise yorulmadan konuşmalarımı yazıya çevirdiler, İstanbul Bilgi Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi Alper Görmüş düzeltmelerimi sabırla yaptı. Tüm yardımı geçenlere ve bir sonraki kitabım da buluşmayı dilediğim, bu kitabımı alıp okuyan sizlere ayrı ayrı teşekkür ederim. BEYNİMİZE KİMLER, NASIL GİRER? Koyun karaciğerinde bulunan bir kurtçuğun (Fasciola hepatica) varoluş hikayesi doğanın inanılmaz karmaşıklığının ve düzeninin bir örneğini oluşturur. Bu parazit kanla ve hepatit hücreleri ile beslenir ve bulunduğu koyunun karaciğerine yumurtalarını bırakır. Ancak yumurtalar burada gelişip patlayamazlar. Hikayeleri de bundan sonra başlar. Yumurtalar dışkı yoluyla vücuttan atılırlar, olgunlaşma dönemi sonunda patlayıp minnacık bir larva çıkarırlar. Bu larva daha sonra bir sümüklü böceğin vücuduna geçer, burada çoğalır. Larvalar yağmur mevsiminde böceğin sümüğüyle dışarıya atılırlar. Dışarıda sümüğün beyazlığına karışan larvalar inci salkımlarını andıran biçimler oluşturup karıncaların dikkatini çekerler. Bu salkımları yiyen karıncaların vücuduna sızan larvalar burada kurtçuk haline dönüşürler. Artık