Kitap Tanıtımı |
Sevince Bayrak ve Oral Göktaş’ın, Venedik Mimarlık Bienali Türkiye Pavyonu projeleri kapsamında hazırlanan Hayalet Hikâyeleri: Mimarlığın Çuval Teorisi adlı kitabı, İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) ve YEM Yayın işbirliğiyle yayımlandı. 20 Mayıs–26 Kasım 2023 tarihleri arasında düzenlenen Venedik Bienali 18. Uluslararası Mimarlık Sergisi’nde yer alan ve koordinasyonunu İKSV’nin üstlendiği Türkiye Pavyonu’nun küratörleri Sevince Bayrak ve Oral Göktaş, Hayalet Hikâyeleri: Mimarlığın Çuval Teorisi’nde, mimarlığın odağını âtıl yapıların yeniden kullanımına doğru kaydırarak mimarlığa taze bir bakış açısı getiriyor. Sevince Bayrak ve Oral Göktaş okuyucuları, “Farklı işlevlere sahip âtıl yapılar yıkılmak yerine, ‘geleceğin laboratuvarı’ olmak üzere dönüştürülebilir mi? Yeni bir mimarlık anlayışı, yapıların, insanları bir arada tutan konteynerler olarak görülmesini sağlayabilir mi? Mimarlık, âtıl yapıların hikâyelerine kulak verebilir mi?” gibi sorular üzerinde düşünmeye davet ediyor. “Biz mimarlar, güzellik ve işlevselliğe dair kalıplarımızdan vazgeçmeyi kabullenebilecek miyiz? Mevcut yapıları yıkıp yenilerini tasarlamaktansa var olanla birleşebilecek tasarımlar yapmaya hazır mıyız?” diye soran Bayrak ve Göktaş’ın, projeye ilişkin görüşleri şöyle özetlenebilir: “..... Elizabeth Fisher, 1979 yılında Evrimin Çuval Teorisi’ni yazdığında, insanlığa ait ilk araç gereçlerden birinin av aletleri değil de bir çuval olabileceğini söylemişti. İlk insanların bitki bazlı beslendiği dönemlerde, öncelikle ihtiyaç duydukları nesne topladıkları yiyecekleri koymak için bir sepet, kap ya da çuval olmalıydı. Ancak bir mağaranın duvarına çizmek için, mızrağıyla mamut avlayan bir adam, çuvalla yiyecek taşıyanlardan çok daha çekici bir sahneydi. Fisher’ın teorisi, sadece insanlığın hikâyesini başka bir perspektiften yeniden anlatmakla kalmaz, kültürel üretimle ilgili, kendinden sonra gelecek teorilerin de önünü açar. İster kurgu için ister mimarlık için yazılmış olsun çuval teorileri, mağara duvarlarından modern kentlere, bize miras kalan tüm imgeleri sorgulamayı ve bu imgelerin değişimine hazır olmayı gerektirir. Bu imgelerin değişmesiyle yapma biçimlerimiz de değişecektir... Ursula K. Le Guin, Fisher’ın teorisini kurguya uyarlar ve kahraman olmayan sıradan karakterlerin, hayatı bütün iniş çıkışlarıyla yaşadığı sürükleyici hikâyeler anlatmayı başarır. Teoriyi Le Guin’in getirdiği noktadan alıp içinde bulunduğumuz krizler çağında temelden bir değişime ihtiyaç duyan mimarlığa uyarladığımızda ise karşımıza şu soru çıkar: Mimarlar olarak, miras edindiğimiz imgeleri yeniden düşünmeye, güzellik ve işlevsellikle ilgili katılaşmış algılarımızda köklü bir değişime hazır mıyız? Bu dönüşüme Kahraman yapılar yerine, kıyıda köşede kalmış, terk edilmiş yapıların öykülerini dinleyerek başlasak nasıl olurdu? Çuval teorisini mimarlığa uyarlamak, bizi tutan, koruyan, iyi hissettiren mekânlara temelde neden ihtiyacımız olduğunu ve onları nasıl inşa ettiğimizi hatırlatır. Mimarlığın Çuval Teorisi, mevcut olanı anlamak ve dönüştürmekle ilgilidir. Sahnede yer alan, insan ya da insan olmayan, maddesel ya da soyut her şey bu teoriye konu olabilir... ..... Bir bina yapmaya başlamak için gerekli ilk eylemler kazmak, hafriyat yapmak ya da boşaltmak değil de dinlemek, eşlik etmek, doldurmak, birleşmek, konuşmak ve mevcuttan öğrenmek olsaydı nasıl olurdu? Yapının kendisi, yeni temelleri ve hikâyeleri içine alacak bir çuval olabilir mi? Tam da gerçek macera başlayacakken düğün sahnesiyle sona eren filmler gibi, yapıların hikâyesi de genellikle inşaat bittiğinde, insanlar içine yerleşmeden önce sona erer. Binaların mimari özelliklerini anlatan fotoğrafların çoğu zaman insansız olması bir tesadüf değildir. Son yıllarda, binaların kullanılmaya başladıktan sonraki yaşamlarını konu edinen araştırmalar artsa da yeni bitmiş binalar ve onların insansız hikâyeleri anaakım tasarım medyasında halen daha çok yer buluyor. İnsan olsun olmasın, sahnede tasarımın parçası olmayan herhangi bir nesnenin, izleyicinin dikkatini dağıttığı düşünülür. Halbuki bu hayatın bir parçasıdır. Tasarladığımız binalarda yaşam, biz mimarlar sahneyi terk ettikten sonra, insanlar binaya yerleştiğinde başlar. Son olarak, tıpkı mimarlık sözcüğünün kökenindeki canlandırma eylemi gibi, mevcut yapılarla içten bir ilişkiyi canlandırmayı öğrenmek elbette zaman alacaktır. Colomina’nın dediği gibi, öğrenmek tamamen evrimle ilgilidir, bir başka deyişle, dönüşen ama bugünden ve geçmişten tamamen kopmayan mutasyonların oluşturduğu gen havuzuyla bağlantılıdır. Teorimiz martıların yüzdüğü terk edilmiş bir yüzme havuzundan doğdu. Hayaletlerle diyaloğumuzun başladığı yer burası. Bu diyaloglar sadece bir havuzun dönüşümüne ilham vermekle kalmadı, aynı zamanda yeni bir mimarlık teorisi kurmamızın önünü açtı. Havuz, kendimizi kahramanlık hikâyesinden çekip çıkarmak ve tıpkı mağara duvarlarına işlenenler gibi, miras edindiğimiz imgeleri dönüştürmek için bir başlangıç oldu. Havuz, Mimarlığın Çuval Teorisi’nin yanıt aradığı şu soruyu ortaya çıkardı: Neden güzel ya da işlevsel olmayan bir binayı yıkmamalıyız? Yanıt, sorudaki ‘güzel’ ve ‘işlevsel’i, ‘anlamlı’ ve ‘zengin kaynaklı’yla değiştirince ortaya çıkıyor. Herhangi bir bina, kalıplaşmış varsayımlarımızı geride bırakıp kendisiyle diyaloğa girdiğimizde, anlamlı bir kaynağa dönüşebilir. Suyunu boşalttığımızda boş bir kaba dönüşen havuzu yıkmak yerine dönüştürdük. Geçmişten kalan mavi mozaiklerini, alüminyum sarı çatı örtüsünü mimari bir üslubun göstergeleri olarak değil ancak bu mekânın bir zamanlar havuz olduğu bilgisini verebilmek için koruduk. Bu aynı zamanda, kamusal bir alan olarak tasarlanmış olmasına rağmen, kampüsün bir zamanlar belediye başkanlarının özel mülkü olarak kullanıldığına dair hikâyeyi de açığa çıkarıyor. Yeni tasarım, hikâyenin kaybolmadan gelecek nesillere aktarılmasına aracı olabilir. Sadece suyla dolu olduğunda çekici görünen bir yüzme havuzu gibi, kamusal bir havuzun da dönüşüm fikrini gerçekleştirebilmek için insanlarla dolmaya ihtiyacı var. Bir zamanlar suyu tutan kap, şimdi insanları içine alıyor, bir arada tutuyor. Mimarlığın Çuval Teorisi, terk edilmiş bir yüzme havuzunun, kamusal bir dinleme ve paylaşma havuzuna dönüştürülmesinden türetildi. İnsanları içine alan bina, gücü temsil eden binadan çok daha önce vardı.” Yayın Yönetmenliğini Erim Şerifoğlu’nun üstlendiği kitabın grafik tasarımını Esen Karol yaptı. (Tanıtım Bülteninden) ) |