Kitap Tanıtımı |
Jacop Grimm ve Wilhelm Grimm kardeşlerin 19. yüzyıl başlarında Germen dünyasından derlediği Grimm Masalları, bir masal klasiği olarak, dünyanın her yanında çocukların yanı sıra çocuklarına dönmek isteyen yetişkinlerin de ilgisini çekmeyi sürdürüyor. Ürkütücü şatoları, karanlık ormanları, tuhaf yaratıkları, cadıları, devleri ve cüceleri, prensleri, prensesleriyle bizi büyüleyici bir masal ülkesine; "Kırmızı Başlıklı Kız"ın, "Külkedisi"nin, "Bremen Mızıkacıları"nın, Kurbağa Prens'in ve daha birçoklarının şaşırtıcı dünyasına sürüklüyor.
Tadımlık
Kurbağa Prens
Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde, insanların ah şöyle olsa, ah böyle olsa diye bir dilek dileyip de dileklerinin hemen yerine geldiği eski zamanların birinde bir kral yaşarmış. Kaç kızı varsa, hepsi de pek güzelmiş bu kralın. Ama ille de en küçükleri yok mu, bir güzel, bir güzelmiş ki, güneşe sen doğma ben doğayım diyormuş. Kralın sarayının bitişiğinde kocaman ve karanlık bir orman, yaşlı bir ıhlamur ağacının altında da bir kuyu bulunuyormuş. Baktı hava çok sıcak, küçük prenses saraydan çıkıp ormana gider, serin kuyunun başına oturup dinlenirmiş. Altın bir topu varmış, canı sıkıldıkça havaya atıp atıp tutarmış; onun en çok sevdiği oyunmuş bu.
Bir defasında, aksilik bu ya, küçük prensesin havaya attığı top geri dönüp elceğizine gelmemiş de yere düşmüş, kuyuya doğru yuvarlanmaya başlamış. Prenses gözleriyle topu izlemiş; top da gide gide cump diye kuyuya düşmesin mi! Bir anda kuyunun sularına gömülüp kaybolmuş. Bunun üzerine prenses ağlamaya başlamış; ağladıkça ağlamış, ağladıkça ağlamış, bir türlü yaş dinmemiş gözünde. O böyle acı acı sızlanıp dururken ansızın bir ses gelmiş kulağına, Derdin ne, güzel prensesim? demiş ses. Öyle yanık yanık feryat ediyorsun ki, taş olsa dayanmaz, insanın erir yüreği. Prenses, bu ses de nereden geldi deyip bir sağına bakmış, bir soluna bakmış, ne görse beğenirsiniz? Kocaman kafasını sudan çıkarmış suratsız bir kurbağa. Demek konuşan sendin? demiş prenses. Ah, ah! Ben ağlamayayım da kimler ağlasın! Bir altın topum vardı, kuyuya düşüp kayboldu. Kurbağa: Sen ağlama, prensesim! Ben bir çaresine bakarım diye cevap vermiş. Altın topunu kuyudan çıkarırsam, bana ne verirsin peki? diye sormuş ardından. Prenses de: Sen ne istersen, canım kurbağacığım demiş. Giysilerimi mi istersin, incilerimi, mücevherlerimi mi, yoksa başımdaki şu altın tacı mı? Hepsi sana feda olsun! Ama kurbağa şöyle karşılık vermiş: Giysilerin de senin olsun, inci ve mücevherlerin de, altın tacın da! Sen yeter ki beni sev, beni arkadaş edin kendine, yanından ayırma! Yemek yiyeceğin zaman beni kaldır, yanına oturt, senin altın tabağından yemek yememe, senin bardağından su içmeme, senin yatağında uyumama izin ver, başka şey istemem. Bunları yapacağını söyle, ben de kuyuya dalayım, altın topunu çıkarıp getireyim sana. Bu sözleri işiten prenses: Peki, istediklerinin hepsini yapacağım, yeter ki sen altın topumu bul getir bana! demiş. O böyle demiş ama, içinden de şöyle geçirmiş: Şu sersem kurbağanın söylediklerine de bak! Kendi gibi kurbağaların yanında suyun içinde yaşar o, hiç insanla arkadaşlık edebilir mi?
Prenses böyle düşünedursun, kurbağa ondan söz aldı ya, kafasını suya daldırdığı gibi kuyunun dibine yollanmış, çok geçmeden kollarını ve bacaklarını kürek gibi kullanarak yine çıkıp gelmiş suyun yüzüne, ağzında tuttuğu altın topu fırlatıp çimenlerin üzerine atmış. O güzelim oyuncağını görünce sevincinden deliye dönmüş prenses, eğilip altın topu yerden almış. Artık durur mu! Elinde topla hoplaya zıplaya uzaklaşmış oradan. Kurbağa arkasından seslenmiş: Beni bırakıp nereye gidiyorsun? Beni bırakıp nereye gidiyorsun? Ben senin gibi hızlı koşamam! Ama ne çare! Avazı çıktığı kadar vak vak edip durması, onca bağırıp çağırması bir işe yaramamış. Hiç oralı olmamış prenses, koşup doğru saraya gelmiş, zavallı kurbağayı unutmuş hemen. Kurbağa da ne yapsın, tekrar kuyunun sularına dalmış.
Ertesi gün olmuş; prenses, kral babasıyla ve saraydaki öbür büyüklerle sofraya oturmuş da altın tabakçığından yemek yiyormuş. Tam bu sırada kurbağa, sarayın merdiveninin mermer basamaklarını zıp zıp zıplayıp çıkmış yukarı. Kapıyı çalıp şöyle seslenmiş: Kralın küçük kızı, kralın küçük kızı! Aç kapıyı ben geldim! Bunu duyan prenses: Kimdir bana seslenen? deyip hemen seğirtmiş. Kapıyı açıp bakmış ki, ne görsün? Eşikte kurbağa oturmuyor mu! Kapıyı yine kapadığı gibi dönüp gelmiş, sofraya oturup yemeğini yemeye koyulmuş. Bir korkmuş ki, korkudan ödü patlamış neredeyse. Kızının kalbinin küt küt attığını fark eden babası: Neden böyle korktun bakayım, yavrucuğum? diye sormuş. Yoksa kapının önünde bir dev dikiliyor da, seni kapıp götürmeye mi kalktı? Prenses de cevap vermiş: Hayır babacığım, dev falan değil, suratsız bir kurbağa! - Peki ne istiyormuş senden? - Sorma babacığım! Dün ormanda kuyu başında oynuyordum, birden altın topum suya düştü. Ben de ağlamaya başladım. Bu kurbağa da kuyuya dalıp topumu çıkardı, verdi bana. Karşılığında da ille benimle arkadaş ol diye diretti. Ben de peki dedim. Ama onun sudan çıkıp buraya kadar gelebileceğini hiç aklımdan geçirmemiştim. İşte şimdi kapıya dayanmış, kendisini içeri almamı istiyor. Prenses böyle söyler söylemez yeniden kapı vurulmuş ve dışarıdan kurbağanın sesi gelmiş:
Kral kızı, kralın küçük kızı,
Gireyim aç da kapıyı.
Unuttun mu dün bana
Ne söz vermiştin hani
Serin kuyunun başında?
Kral kızı, kralın küçük kızı
Gireyim aç da kapıyı!
Bunun üzerine kral: Madem söz vermişsin, sözünü tutacaksın. Haydi git, aç kapıyı! demiş. Prenses de ister istemez gidip açmış kapıyı ve kurbağa içeri girmiş, prensesin peşine takıldığı gibi hoplaya zıplaya onun oturduğu sandalyeye kadar gelmiş. Sonra başını kaldırıp şöyle demiş prensese: Beni kaldır da yanına oturt! Beni kaldır da yanına oturt! Prenses, kurbağanın dediğini yapmaya yanaşmayınca, kral babası emretmiş. Prenses de eğilip kurbağayı yerden kaldırmış, yanı başına, sandalyeye oturtmuş. Oturtmuş ama, bu sefer de kurbağa masanın üzerine çıkmak istemesin mi! Masanın üzerine çıkartılınca da prensese demiş ki: Şu altın tabakçığını biraz yaklaştır da seninle aynı tab |