Kitap Tanıtımı |
Dickens'den bu yana hiçbir romancı Londra'yı Peter Ackroyd kadar güçlü anlatamadı. Ackroyd, başrolü yine Londra'ya verdiği Doktor Dee'nin Evi'nde bu muazzam ve gizemli kentin her ayrıntısını yetkinlikle kavrayıp anlatıyor.
Tadımlık:
Bir
Ev bana babamdan kaldı. Her şey de bununla başladı. Babamın ölümüne kadar evle ilgili hiçbir şey duymamıştım; dahası, oraya ilk kez bu yaz gittim. Ev, pek bilmediğim bir bölge olan Clerkenwell'deydi ve ben de Ealing Broadway'den Farringdon'a metroyla gittim. Aslında artık taksi masrafından kaçınmam da gerekmiyordu ama bir yerden bir yere yeraltından gitmekten çocukluğumdan beri hoşlanmışımdır. Eski Kent'e ya da Batı Ucu'na doğru yolculuk etmeye o denli alışkınım ki, doğrusu ya, bu özel gezi sırasında -belki de daha güçlü olan değişiklik duygusu dışında- sıradışı bir şey fark etmedim. Notting Hill Gate'te Central Line'dan ayrılıp üstteki Circle Line platformlarına çıkan yürüyen merdivene geçtiğimde kendiliğinden başlayıverir bu duygu. Bu hattaki istasyonlar hep daha yabancı gelmiştir bana; uyum sağlamak için hafif bir ayarlama gereklidir, bu nedenle tren Edgeware Road ile Great Portland Street'ten kentin eski merkezlerine doğru ilerlerken bir başka bilinmezlik örtüsüyle kaplanmayı kabulleniyorum. Otomatik kapılar her kapandığında daha derin bir unutulma -yoksa unutkanlık mı demeliyim?- duygusu yaşıyorum. Diğer yolcular bile dönüşmüş gibi görünüyorlar; kompartımanın genel havası daha donuk, kimi zaman da daha ürkütücü oluyor. Tren Farringdon'a varmadan hemen önce tünelden dışarı çıktı ve bir an için soluk gökyüzünü fark ettim; bana yumuşak ve bunaltıcı Ealing göğünü anımsattıysa da metro istasyonundan çıkıp Cowcross Street'e adımımı atar atmaz bu yanılsama yok oldu. Bunun nedeni, eski kentin ışığının bir yönden diğerine farklılık göstermesidir -batıda inci gibi parlak, güneyde loş, kuzeyde puslu, doğuda keskindir- ve burada, merkezin yakınında, kendisine has dumanlı bir görünümü vardı. Yanık kokusunu neredeyse alabiliyordum. |