Kitap Tanıtımı |
Dedemden gülümsemeyi gördüm. Babamdan doğru sözlü olmayı, dünyayı pek takmamayı. Takmamak için de biraz müşfik, cömert, nüktedan, mülayim olmayı. Bir de ağırdan almayı. Ağırdan almayı tembellik zannedenler var. Halbuki babam “Ne koşacağım arkasından, dünya koşsun benim ardımdan!’’ rahatlığındaydı. Annemden akletmeyi, önünü arkasını düşünmeyi, kademeli, katmanlı davranabilmeyi. Abimden her ne ile ilgileniyorsam ona dikkatlice bakmayı, ayrıntıların kuytusundaki şeytanın kuyruğundan yakalamayı. Hikâyesi şu: 12 – 13 yaşlarımızda beraber bir filme gittik. Günlerce ormanda kalan bir adamı kurtaranlar onu sıcak bir odaya aldılar, bir yatağa yatırdılar. Abim “Şaşkınlar!’’ dedi, “Saçı, sakalı uzatmışlar, beti benzi attırmışlar, dudaklarını morartmışlar ama şu tırnaklara bak, bir milim uzatmamışlar!’’ Pes dedim! Bir yaş aramız var. Ben 13 isem haydi o da 14 olsun. Yabancı bir macera filminde, heyecanlı bir sahnede, yorganı tutan parmak uçlarındaki bakımlı tırnaklar gözünden kaçmamış. Doğruya doğru da demez abim. Neden desin! Doğru, zaten olması gerekendir. Dergâha eğri odun taşıdıklarını farkeder ve kaşını şöyle bir kaldırır diye genellikle yandan dolaşmayı tercih ederler huyunu bilen nice makbul kişiler. “Keşke olsam!’’ dediğim Pembe İncili Kaftan’a bağdaş kuran, Sultana bile eyvallahı olmayan adam. Kız kardeşimden yine babam gibi mülayim, sessiz, sakin ama ısrarlı ve kararlı, kafasına koyduğu hedefin peşinden çaktırmadan gitmeyi. O kadar ki, çok geç farkına vardığım güzelim metinlerin onun kaleminden çıkmış olduğuna uzun zaman inanamadım. Hâlâ da öyle desem yeridir. Gördüm yerine öğrendim demeyi isterdim. Yine de ne kadar öğrenip öğrenemediğimi bilmiyorum. Şimdilerde farkında değiller ama çocuklarımdan ve dedelerinin izinden giden(!) torunlarımdan hayata dair çok fazla şey öğreniyorum. Hayat zor. Onun gösterdiklerini de atlamayalım. Nâzım’ın Deli Erzurumlusu gibi saflıktan veya Organize İşler’in Süpermen’i gibi belki elimden başkası gelmediğinden sadece rica ettiği için kendisinin yerine nöbetini tuttuğum devrem, askerlik arkadaşım “Oğlum saf mısın, bir lâf söyledik, inandın; seni daha çok kandırırlar’’ dediğinde, 80 öncesinde kaç defa ateşe tek başıma atılıp dayak yediğimi, “Peki, siz neredeydiniz?’’ diye sorduğumda her uydurulan bahaneye inandığımı hatırlayıp sarsıcı bir aydınlanma yaşadım. Biraz sertliğim varsa, genellikle neşeli çizimlerim yanında karanlık ve irkiltici olanlar da yer almışsa belki bu gecikmiş farkındalığımdandır. 60 yılda iki ana tutuma şahit oldum. Şartlar ne olursa olsun iç karartan. Şartlar ne olursa olsun yaşama sevinci aşılayan. Kendimi bildim bileli hem mizacımdan, hem de ikinci tavrı benimseyenlerle beraber yürümeyi tercih ettiğimden tebessüm edebilmeyi ve ettirebilmeyi önemsedim. Çizimlerimi görünce gülümseyen “Epeydir yayınlamıyorsunuz, merakla bekliyoruz!’’ diye arayanları duyunca mutlu oluyorum. Yekpare mermerin içinden ufak bir esintide uçuşuverecek tülü birkaç keski darbesi ile çıkarabilecek kıratta olsaydım sanata dair de bir iki kelime etmeye belki cüret ederdim. Ama sadece kahve telvesinde gözyaşı görüp kedi gözünden köpekbalığı, tıraş edilmiş saçlardan sörf yapan adam çiziktiriyorum. Yine de “Giovanni Strazza bu devirde yaşasaydı cep telefonunun digital kalemi ile neler çizerdi?’’ ya da “Guernica’nın üç boyutlu hâlinde bilgisayarı ile gezinen Picasso neler düşünürdü?’’ sorularının cevaplarını merak ediyorum. Şunu söyleyebilirim: Mağara duvarındaki el izi, The Veiled Virgin, Guernica ve benzerleri tıpkı mezartaşları gibi “Buradaydılar!’’ diye sesleniyorlar. Sahiplerine işaret ediyorlar. Kaldıkları müddetçe de seslenmeye devam edecekler. Ortaya çıkıp bir şekilde kayıt altına alınmış olan, bu âlemde arşivlenmiş oluyor. Eflatun’a sorabilseydik şairlere dediği gibi belki “Boş işler!’’ diyecekti. Ama çeperlerimize sığamadığımızı yakinen biliyoruz. İz olarak, ses olarak, yontu olarak, resim olarak binbir yolla bir şekilde çeperlerimizi aşma, biyolojimizin çizdiği hudutlardan taşma isteği içinde olduğumuzun Mihriban da biz de farkındayız. Bu yüzden kapaktaki kırmızı imzayı mağara duvarındaki ele nazire olarak attım. Digitaldeki sanal görüntüler kâğıt hamura geçince ete kemiğe büründüler, bir kapakla zapturapt altına alındılar, bir çerçeve ile arşive girmeye hak kazandılar. Kıymetli isimleri birkaç paragrafta zikredince bizim arşivimiz hiç yoktan değer kazanmış olmuyor. Mağara duvarındaki el kaydının isimsiz sahibi, Strazza ve Picasso ile kesişip benzeştiğimiz yanımız “Buraya gelmiş, görmüş, şu veya bu şekilde bir kayıt bırakmış’’ olmamızdan ibaret. Bütün hayatın kayıt altına alındığı, yarın nasıl, nerede tutulduklarını bilmediğimiz arşivlerin bir başka boyutta açıldığı zaman ne olacağı başka bahis. Her kitap hayatın benzeri. Başlayacak, bitecek. Dikkat Aramızdalar sayfalarındaki gülümsemeleriniz size ve bana kâr kalacak. Mehmet Ali Pulcu (Tanıtım Bülteninden) ) |