Kitap Tanıtımı |
Günümüzün deniz haydutları, Stevenson'un ya da Halikarnas Balıkçısı'nın romanlarından, Asterix ve Tintin gibi çizgi romanlardan ve Hollywood'un romantik filmlerinden aşina olduğumuz renkli ve çoğu zaman sevimli kişiliklere pek benzemiyorlar. Bu unutulmuş faaliyet, "tahta bacaklı ve tek gözlü" hayaletlerle değil, modern teknolojinin bütün imkânlarıyla donanmış, profesyonel saldırganlarla geri döndü. Deniz haydutluğu, günümüzde öncelikli olarak denizciler, balıkçılar ve deniz nakliyat şirketleri bakımından ciddi bir tehlike oluşturuyor.
Deniz haydutluğunun etkileri, doğrudan denizcilikle ilgilenen kişi ve kuruluşlarla sınırlı kalmamakta, uluslararası ticaret ve güvenlik üzerinde doğurduğu etkiler de bütün uluslararası topluma uzanmaktadır. Bu tehditle mücadele için, uluslararası toplumun başvurmayı düşündüğü tedbirler arasında, XIX. yüzyıldan beri uygulanmayan ve deniz haydutluğundan farklı bir kavram olan korsanlık kurumunun da canlandırılması düşünülmektedir.
"Deniz Haydutluğu ve Korsanlık" konunun tarihi ve hukuki boyutlarını derinlemesine ele alan önemli bir çalışmadır...
Korsanlık ve deniz haydutluğu terimleri, hukuk terimi olarak farklıdırlar. Farklılığın arkasında tarihsel gerçeklik yatmaktadır. 18. asra kadar korsanlık, devletlerin donanmasında gemi süvarilerinin (bahriye erkânı içinde) silsele-i meratipte yer almadıkları, mürettebatın ve komutanlarının maaşları ödenmeyen, gemilerin donanımı, onarımı ve teçhizi devlete hiç yüklenilmediği veya nadiren âtiye olarak yerine getirildiği bir düzenin adıdır. Bu korsanlar, bağlı oldukları devlete aidiyet izhar eden semboller taşısalar da, bandıranın kullanılması söz konusu değildir. Örneğin, Kraliçe Elizabeth devrinde devlet ve saray nezdinde amiral olarak itibar gören Drake veya bizzat Kaptan-ı Derya tayin edilene kadar Barbaros Hayrettin ve kardeşlerinin, onlara tâbi Cezayir Garp Ocaklarının askerleri ve denizcilerinin durumu ile denizler üzerinde olmamakla birlikte, nehirden Sibirya fethini tamamlayan Kazak önderi Yermakl'ın Moskova devleti ile ilişkileri de böyledir. Aşağı yukarı 18. asır civarında devletler birbirlerine karşı bu silahı kullanmaktan vazgeçtiklerini müstakil seyr-ü sefain konvansiyonlarında veya antlaşmalarının ilgili paragraflarında belirtmişlerdir. 1727 tarihinde Osmanlı ve Avusturya arasında yapılan seyr-ü sefain antlaşması buna bir örnektir.
Korsanlara karşı deniz haydutları, o gün olduğu gibi bugün de gerçek anlamda haydutlardır. Ama her deniz haydudunun korsandan bu kadar ayırt edilebileceğini söylemek mümkün değildir. Bazı hallerde, bazı deniz haydutlarının bir takım yerel yöneticilerle, hiç değilse bir takım karanlık ilişkilerle çıkar birliğine girdiği bilinir. Özellikle Karayipler'in tarihinde İspanya'ya karşı Hollandalılar'ın ve İngilizler'in bu tip bağlar kurduğu gözleniyor. Deniz haydutluğu günümüzde dahi bütün şiddeti ile genişleyerek devam ediyor. Üstelik bazı gruplar bu faaliyete siyasi bir süsleme de raptediyorlar. Geniş hacimli sanayinin sıvı ya da katı her türlü mübrem maddeyi (res necessaria), en başta petrol olmak üzere sanayinin hammadde ve ara mallarının denizden taşındığı bir dönemde, deniz haydutluğundan mağdur duruma düşenler dünyanın en uzak ya da yakın köşesine ait tüccarlar ve gemicilerdir. Büyük sigorta şirket ağları, taşımacılar, ihtiyaç içindeki sanayici ve tüketiciler umulan sayının ötesindedir.
Devletler hukukunun ana bölümlerinden biri olan konu gittikçe öncelik kazanmaktadır. Hukukşinaslığın Roma'dan beri en çok meşgul olduğu saha budur. Yeni içtihatlara temel olmak için milli mevzuat yetmez. Hatta devletlerarası antlaşmalar ve konvansiyonlar, beynelmilel kuruluş ve komisyon kararları da yetersizdir. Sahanın adamları, bir Roma hukukçusunun (Praetor'un) veya herhangi bir devirdeki içtihat sahibi hukukçunun niteliklerine sahip olmalıdır. Doğan ve doğacak olan sonsuz sorunları, beşeriyetin hukuk alanında bugüne kadar yarattığı sayısız içtihadın derlenmesi ancak çözebilir.
Emre Öktem ve Bleda Kurtdarcan'ın bu çalışmasın yararlı bir başlangıç olduğunu hatta uluslararası alanda da meslektaşlarıyla tartışma açacak düzeyde olduğunu düşünüyorum.
-Prof. Dr. İlber Ortaylı- |