Kitap Tanıtımı |
Sinemanın son zamanlarda iyice belirginleşen öykü sıkıntısının belki en hayırlı sonucu, (yeniden) edebiyat klasiklerine ve hatta edebiyatçıların yaşamlarına yönelinmesi. Emile Zola'nın Germinal'i, Cyrano de Bergerac ve Bloomsbury grubundan Lytton Strachey ile Dora Carrington'ın ilişkilerinin ele alındığı Carrington, akla gelen ilk örnekler. Son ve önemli bir örnek de Piano'nun Avustralyalı yönetmeni Jane Campion'ın yeni filmi: Modern romanın önemli adlarından Henry James'in ünlü romanından uyarladığı Bir Kadının Portresi. Meraklısı biliyor; sözümüz bilmeyenlere: Henry James'in, Avrupa'ya giden Amerikal genç İsabel'in oradaki serüveni içinde, çok iyi tanıdığı "çoğunluğu Avrupalılaşmış Amerikalılardan oluşan kişilerin yozlaşmış dünyası"nı sergilediği, "gerçekçi roman anlatımıyla James'in 'buluş'u diyebileceğimiz 'bakış açısı' tekniğini de ustaca birleştiren" bu roman, Kasım 1995'te, iki usta çevirmenin, Necla ve Ünal Aytür'ün çevirisiyle Yapı Kredi Yayınları Kâzım Taşkent Klasik Yapıtlar Dizisi'nden çıkmıştı. Bir Kadının Portresi, okurlarla, özellikle sinema izleyicisi okurlarla, buluşmayı -hâlâ- bekliyor. "Ben bu filmin romanını okudum" diyebilmeniz için...
Tadımlık
Bazı durumlarda akşam çayı diye bildiğimiz törene ayrılan saatlerden daha güzel bir şey yoktur yaşamda. Öyle durumlar vardır ki, çayı içseniz de, içmeseniz de --elbette kimileri çay içmez-- hoşunuza giden, olayın kendisidir. Bu basit öyküye başlarken benim düşündüğüm çay saati de, hoşça vakit geçirmek için çok uygun bir ortam oluşturuyordu. Küçük şölenin gereçleri, görkemli bir yaz ikindisinin tam ortası diyebileceğim bir saatte, eski bir İngiliz kır evinin çimlerine serilmişti. Öğle sonrasının bir bölümü geçmiş, ama geriye uzun bir bölümü, en güzel, en değerli parçası kalmıştı. Gerçek alacakaranlığa daha çok vardı; ancak, yaz gününün ışık seli çekilmeye başlamış, hava olgunlaşmıştı; sık, düzgün çimlerin üstündeki gölgeler uzundu. Gene de, gölgeler ağır uzadığından, böyle bir saatte böyle bir ortamdan alınan tadın belki de başlıca kaynağı olan avareliğin daha bitmediği duygusu uyanıyordu. Kimi durumlarda saat beşle sekiz arası küçük bir sonsuzluktur; bu süre şimdiki durumda ancak tatlı bir sonsuzluk olabilirdi. Bahçedeki kişiler sessizce tadını çıkarıyorlardı bu anın; içlerinde yukarda sözünü ettiğim törenin değişmez kurallarının uygulayıcısı olmaları beklenen kadınlar yoktu. Buradaki kişilerin kusursuz çimlerin üzerine düşen gölgeleri düz ve köşeliydi; üstünde çay takımları bulunan alçak masanın yakınındaki derin hasır koltukta oturan yaşlı adamla, onun önünde aşağı yukarı gezinerek şundan bundan konuşan daha genç iki erkeğin gölgeleriydi bunlar. Yaşlı adamın elinde çay fincanı vardı.Takımın öteki parçalarından ayrı, parlak desenli, olağanüstü büyük bir fincandı bu. Yaşlı adam, yüzü eve dönük oturmuş, çenesine yakın tuttuğu fincandaki çayı büyük bir özenle uzun uzun yudumlamaktaydı. Yanındakiler, ya çaylarını bitirmiş, ya da çay içmek istememişlerdi. Dolaşırken bir yandan da sigaralarını içiyorlardı. Bunlardan biri, önünden geçerken, arada bir dikkatlice yaşlı adama bakıyor, bunun farkında olmayan yaşlı adamın bakışları ise evinin koyu kırmızı duvarına takılmış duruyordu. Çimlerin ötesinde yükselen ev böyle bir dikkatin hakkını verecek nitelikte bir yapıydı; çizmeye çalıştığım İngiltere'ye özgü görüntüdeki en tipik nesne de oydu. |