Kitap Tanıtımı |
"1920´günümüze geçen seksen yıl İstanbul´da çok şeyi değiştirdi, pek çok şeyi yok etti. Değişimlerin çoğu, getirdiği sağlam temele dayanmayan özenti benzetmeler.
Yok edilen ise az buçuk da olsa bir kültür geleneğine, toplumun oluşturduğu alışkanlıklara dayanan olumlu yanlar... Yarım yüzyıl önceleri İstanbul´a gelen taşralı, bir nesil sora büyük kentli olurdu. Giyimiyle, alışkanlıklarıyla, diliyle ve kafasıyla. Son elli yılda İstanbul´a saldırı bir başka olguyu gerçekleştirdi. İstanbul taşra oldu... Yerleşik düzene ayak uyduramamış ve gerçek anlamıyla üretici olamamış bir toplum yapısını hâlâ aşamadığımız gerçeği gözler önünde. Günümüz İstanbulu ikiye bölünmüş bir toplumun çalkantılarını ve bunalımlarını yaşıyor. Kentin yetmiş-seksen yıllık geçmişi, toplum yapısı değişiminin bir panoromasıdır.
Günümüz İstanbul´nda yan sokaklarının beton barınaklarına tıkılmış insanlar doğadan öylesine uzaklaşmış ki, ne yeşil ne çiçeklerin renk çümbüşü ne de kuş cıvıltıları var! Kara suratlı eski tahta evlerin yan sokaklarında, çeşmebaşı dedikoduları, mahalle kahvesi yerenlikleri, semt tulumbacı reisinin yazları karpuz sergileri, çıkmaz sokaklarda ya da cami avlusunda alı al, moru mor çiftkale ayaktopu tekmeleyen çocukların sevinç çığlıkları vardı.
İstanbul ilkyazlarının en güzeli Boğaziçi´nde yaşanırdı. ancak o ilkyazların yaşadığı korluar, koylar, yamakçlar hoyratça yok edildi. Bu yeryüzü cenneti, yüksek mimarlar, kent planlamacıları ve belediyeciler eliyle kemirildi.
Zaman geçiyor. Kişiler ve kişilerin ölümlü yanlarıyla. Ne var ki, arkada bir şeyler kalıyor. İzler... Arkada bırakılmış yılları bir arada düşündükçe, hüzün ile sevinç karışımı bir şeyler anımsıyormuyuz?
Arkada bıraktığımız yıllarla hesalaşınca, ağır basan sevindiriyor mu, üzüyor mu? Önemli olan bu. Pablo Neruda´nın sözlerini kullanarak: ´Gönlümce yaşadım! diyebilirim. Her şeye karşın." |