Kitap Tanıtımı |
"Ben, Bilitis, kaynakların denizden fışkırdığı, ırmakların taş yataklarda aktığı ülkede doğdum... Şafak gibi hüzünlü Byblos şarkılarını annemden öğrendim... Kypre'de Astarte'ye taptım. Lesbos'da Psappha'yı tanıdım. Hep sevdalarımın şarkılarını söyledim. Yolcu, iyi yaşamışsam kızına söyle..." Bilitis: "ince aşklar"ın kadını. Söğüt dallarıyla kızların saçlarının birbirine karıştığı bir coğrafyada yaşadı. Ege'nin rüzgarlarıyla beslenen "yaman" kızlardandı. O, aşklarının şarkılarını söyledi. Belki vardı, belki de rüya... Tıpkı aşklar gibi.
Tadımlık
BILITISİN HAYATI
Bilitis, milattan önce altıncı yüzyılın başında, Pamphylianın doğusunda, Melas kıyılarında bir dağ köyünde doğdu. Torosların muazzam kitlesi altında uzanan, derin ormanlarla kaplı bu ülkenin ağır, hüzünlü bir havası vardır; kayalardan taşlaştırıcı sular fışkırır, yukarılarda büyük tuzlu göller durur, vadiler sessizlik doludur.
Grek bir babanın ve Fenikeli bir annenin kızıydı. Babasını tanımamış olmalı, çünkü çocukluk anılarında hiç sözünü etmiyor. Herhalde babası o doğmadan öldü. Yoksa annesi nasıl ona bir Fenikeli adı versin?
Bu neredeyse ıssız ülkede, annesi ve kızkardeşleriyle sakin bir hayat yaşıyordu. Yakınlarda oturan, arkadaşlık ettiği başka genç kızlar da vardı. Torosların ağaçlarla kaplı yamaçlarından çobanlar sürülerini geçirirdi.
Sabahları horoz öter ötmez kalkar, ağıla gider, hayvanları suya götürür, sütlerini sağardı. Günleri, hava yağmurluysa, kadınevinde kalıp yün eğirmekle geçerdi. Hava güzelse kırlara koşar, arkadaşlarıyla bize de anlattığı bin bir çeşit oyun oynardı.
Bilitisin Nymphealara olan inancı pek ateşliydi. Adaklarının hemen hepsi onların pınarına sunulmak içindi. Hattâ sık sık onlara seslenirdi; ama, bir gün onları görüveren bir ihtiyarın anılarını nasıl hayranlıkla aktardığına bakılırsa, kendisi hiç görmemiş olmalı.
Hayatının doğayla iç içe geçen bu döneminin son günleri, uzun uzun anlatmasına rağmen hakkında çok az şey bildiğimiz bir aşkla hüzünlendi. Bu aşk mutsuz bir aşk olduğu anda onun şarkısını söylemeyi bıraktı. Doğurduğu çocuğu terk etti, bilinmeyen nedenlerle Pamphyliadan ayrıldı, bir daha da doğduğu yeri görmedi.
Ona, daha sonra, güzel Asya kıyıları boyunca ilerleyerek deniz yoluyla geldiği Mytilenede rastlıyoruz. Pittakosun ölümüyle ilgili bir mısradan yola çıkarak Bilitisin hayatındaki bazı tarihleri doğru tespit edebilen M. Heimın tahminine göre on altı yaşında ancak vardı.
Lesbos o zamanlar dünyanın merkeziydi. Güzel Attika ile gösterişli Lidyanın arasında yarı yolda, Atinadan daha aydın, Sardesten daha kokuşmuş bir başkente sahipti: Asya kıyılarına bakan bir yarımada üzerine kurulu Mytilene. Mavi deniz şehri çepeçevre sarıyordu. Tapınakların yüksekliğinden bakıldığında Bergamanın limanı Atarne ufukta beyaz bir çizgi olarak seçiliyordu.
Dar ve kalabalık sokaklar alacalı kumaşlarla, lal ve yementaşı rengi tüniklerle, saydam ipek siklaslarla, sarı pabuçların tozunda sürünen basaraslarla doluydu. Kadınların kulaklarında ham incilerle kaplı büyük altın halkalar, kollarında kabaca oyulmuş masif gümüş bilezikler vardı. Erkeklerin bile saçları az bulunan hoş kokulu yağlarla parlıyordu. Grek kadınların çıplak ayak bileklerinde periselis denen açık renk büyük madeni yılanlar çınlıyordu; Asyalı kadınlar ise renkli, yumuşak potinler giyiyordu. Önlerinde insanların biriktiği dükkânlarda, sadece lüks mallar satılıyordu: Bazı semtlerde koyu renk halılar, bazılarında altın nakışlı örtüler, bazılarında da amber ve fildişi mücevherler. Mytilenenin canlılılığı gün battıktan sonra da sürüyordu; geç saatlerde bile açık kapılardan neşeli çalgı sesleri, kadın çığlıkları, dans gürültüleri geliyordu. Pittakos bu durmak bilmeyen sefahate biraz olsun çeki düzen vermek için çok küçük kızların gece eğlencelerinde flüt çalmasını yasaklayan bir yasa çıkarmıştı; ama bu yasa, hayatın doğal akışını değiştirmeyi amaçlayan bütün yasalar gibi, gizlilik içinde ihlal ediliyordu.
Erkeklerin, geceleri şarapla ve dansözlerle bu kadar meşgul olduğu bir toplumda, kadınların yakınlaşması ve yalnızlıklarının tesellisini birbirlerinde bulması kaçınılmazdı. İşte bu yüzden, antik dünyanın daha o zamandan adını koyduğu, erkekler ne düşünürse düşünsün, günahkâr arayışlardan çok gerçek tutkulara dayanan o ince aşklara düştüler.
O zamanlar Sappho hâlâ güzeldi. Bilitis onu tanıdı; bize ondan Lesbosdaki adıyla Psappha diye söz eder. Küçük Pamphylialı kıza uyumlu cümlelerle şarkı söylemeyi, sevdiklerinin anısını kendisinden sonra da sürdürmeyi öğretenin, bu hayranlık verici kadın olduğuna şüphe yok. Ne yazık ki Bilitis bugün hakkında çok az şey bildiğimiz bu kişiyle ilgili pek ayrıntı vermiyor; yazık, çünkü büyük Esinleyiciye ilişkin en küçük bilgi bile altın değerinde olurdu. Buna karşılık, otuz kadar mersiyesinde, Mnasidika adlı yaşıtı bir genç kızla yaşadığı aşkın öyküsünü anlatıyor. Bu genç kızın adını, Sapphonun onun güzelliğini öven bir mısraından zaten biliyorduk; ama bu adın kendisi bile şüphe vericiydi, hattâ Bergk onun adının sadece Mnais olduğunu düşünme eğilimindeydi. Daha ileride yer alan şarkılar bu varsayımdan vazgeçilmesi gerektiğini kanıtlıyor. Herhalde Mnasidika çok tatlı, çok masum bir küçük kızdı, hani şu tek varoluş nedenleri sevilmek olan, sevgiyi hak etmek için ne kadar az şey yaparlarsa o kadar üstlerine düşülen, sevimli yaratıklardan biri. En uzun aşklar nedensiz aşklardır: Bu altı yıl sürmüş. Bilitisin hiçbir kaçamağa izin vermeyen aşırı kıskançlığı yüzünden nasıl bittiğini göreceğiz.
Acı anılar dışında kendisini Mytilenede tutacak hiçbir şey kalmadığını hissedince, Bilitis ikinci bir yolculuğa çıktı; Pamphylia gibi bir Grek ve Fenike adası olan ve ona sık sık doğduğu ülkeyi hatırlatmış olması gereken Kıbrısa gitti.
Bilitis orada üçüncü defa yeni bir hayata başladı; ama, antik halkların aşka nasıl kutsal bir şey olarak baktıklarını bir kere daha hatırlamazsak, bu hayat tarzını kabul etmek güç olabilir. Amathonte fahişeleri bizdeki gibi saygın toplumdan dışlanmış, düşkün yaratıklar değildi; şehrin en iyi ailelerinin kızlarıydı. Aphrodite onlara güzellik vermişti, onlar da güzelliklerini tapınağına sunarak tanrıçaya teşekkür ediyorlard |