Kitap Tanıtımı |
İnanıyorum ki, Avrupanın kapılarını Türkiyeye açmak ekonomik bakımdan akıllıca, stratejik bakımdan kaçınılmaz, kültürel bakımdan da ilerici bir harekettir.
Avrupa Birliğine kabul edilmiş Türkiye, örneğin, İslamla diyalogun hem mümkün hem de verimli olduğunun kanıtı olabilir, hatta bu ilişkiden ortak bir uygarlık projesi de doğabilir.
Fransa'da 1988-1991 yılları arasında görev yapan eski başbakanlardan Michel Rocard, Avrupa Birliği Yolunda / Türkiyeye Evet adlı çalışmasında, ABnin ve Türkiyenin niçin birbirlerine muhtaç olduklarını anlatıyor. Samimiyetle kaleme alınan kitap, iki tarafın birbirini daha iyi anlamasına yardımcı olmayı hedefliyor. Avrupa Birliği Yolunda / Türkiyeye Evet, düşünce dizisi Cogitoda
Tadımlık
Türkiyeye evet! Hiç dolandırmadan lafı, Türkiyeye evet diyorum, çünkü büsbütün ikna oldum artık; Avrupanın geleceği Türkiyeden geçiyor. Avrupa Birliği (AB) Türkiyeyi kendine dahil etmelidir. Bu ülkeyi kendi kıtamızın sınırları içinde kabul etmek, en az Türkler kadar biz Avrupalıların da çıkarınadır. Büyük bir ekonomik atılım gerçekleştiren bu güçlü ve Müslüman ulusun Avrupa Birliğine kabulü yalnızca onun emellerine hizmet etmeyecektir. Türkiyenin kabulü Avrupa için bir hayat sigortasıdır.
Ya Fransanın bakışı? Uzun zaman Türkiyenin adaylığına yandaş olduktan sonra şimdilerde bir süredir eleştiriler yağdırıyor, hatta bu adaylığa saldırıyor, hem de bunu Türk kamuoyunun alçaltıcı diye nitelendirdiği bir biçimde yaptığının farkında bile olmadan. Bu adaylığa karşı birtakım çekinceler öne süren yalnızca Fransa değil. Dahası, bu çekincelerin haklı yanları da yok değil, bu konu üzerinde uzunca duracağım zaten. Ama bana öyle geliyor ki, ülkemizde bu konudaki tartışma çok sığ, hatta neredeyse konunun önemini azaltacak kadar sığ; ayrıca Türkiyenin kabulünü onaylamak üzere konuyu yalnızca söz konusu kabul ile sınırlandıracak şekilde bir halkoylamasına gitme projesi, tartışmanın derinleşmesine katkı sağlamayacaktır! İç politika meselelerini, bambaşka açılardan daha temel bir önem taşıyan bu tartışmaya karıştırmayı bir yana bırakalım: Fransa, dünyanın birçok yerine kıyasla en fazla Boğazın kıyılarında sahip olduğu ve farklılığını vurgulayan üstünlüklerine rağmen, son birkaç yıldır imajından çok şey yitirmiştir. Fransız dostu aydın, işadamı, sanatçı Türklerin, kimi zaman gösterdiğimiz itiraf edelim kibir dolu bir tür cehalete benzeyen şu son zamanlardaki tutumumuza şaşırdıklarını görüyoruz; şirketlerimiz büyük kalkınma hamleleri gerçekleştiren bu ülkede pazar paylarını kaybediyor.
Avrupanın, Sovyetler Birliği karşısında güvenliğini sağlamak gerektiğinde Türkiye göreve hazır olduğunu göstermişti. Soğuk Savaş dönemi boyunca NATOnun temel bir parçası oldu. Aynı dönemde, yani elli yıla yakın bir süre önce, üstelik bu kez girişimine karşı konulmaksızın, Türkiye ilk kez, o zamanlar gencecik Avrupa Ekonomik Topluluğuyla (AET) temsil edilen Avrupaya adaylık başvurusunda bulundu. Ama Avrupa Konseyi ancak 1999da oybirliğiyle ülkenin resmi aday üye statüsünü tanır; müzakerelere gelince, bunlar, Türkiyenin Avrupa yolculuğunun uzun soluklu niteliğini onaylarcasına ta 2005te açıldı.
Ahde vefa edeceğiz diye tartışmadan sıyrılmaya çalışmamalıyız. Tam tersine, aslında Türk meselesi, daha önce ve düzgün bir biçimde yapmayı beceremediğimiz şeyi yapmak ve gerçek soruları ortaya koyabilmek için düşlediğimiz fırsat: Bunlar, Avrupanın kimliğine, artık genişlemeye karar verdiğine göre bundan sonraki gerçek yönelimine, halkları birbirine yaklaştırmaya mutlaka katkı sağlayacak, dünyadaki misyonuna ilişkin sorular. İşte bu kitapta okura sözünü etmek istediğim şey de bu zaten. Bir şey daha var: 21. yüzyılın başlarında olduğumuz bu dönemde temel ve kritik bir yer tutan bir konu da İslamla diyalog. Sırası gelmişken söyleyeyim, Türkiye Müslüman olduğu için, Avrupa Birliğine dahil olmasında büyük çıkarımız olduğunu düşünüyorum. Üstelik herhangi bir Müslüman ülke değil: Türkiye, eski Yunan kültürünün en verimli beşiklerinden biri olduktan sonra çağımızın ilk yüzyılları boyunca Hıristiyanlığın ilk dönemlerine ev sahipliği yaptı. Aynı şekilde, Roma İmparatorluğu bin yıl boyunca Bizansla ayakta kaldı ve bu yolla antikçağ kültür ve bilgi birikiminin sürmesini ve gelişmesini sağlayıp bu görevini Avrupa Rönesansına aktarabildi. Ama Türkiyenin kendini Avrupa Birliği tarafından geri çevrilmiş hissettikçe, ne yazık ki, bizim Avrupa uygarlığımızın başlarındaki o Hıristiyan mirasının sahibi olduğunu kabul edemeyip, giderek kimliğe dayalı ve otoriter, Türk ve İslam milliyetçiliği içine kapanmasından korkmak gerek.
Son olarak, belki de, Fransızların Türkiye hakkındaki söyleminde pek yer bulamayan ya da ciddiyetsizlikle ele alınan ekonomi konusu bizi özellikle ikna etmeli. Fransız ve çokuluslu şirketlerin büyük patronlarının konu hakkındaki düşüncelerini daha sık duymak isteriz, çünkü onlar jeopolitik meseleleri seçilmiş politikacılarımızdan çok daha fazla dikkate alıyor. Türkiyeyi baştan aşağı gezdiler. Bu kalabalık, genç ve girişimci ülkeyi Avrupa Birliğine dahil etmenin Fransaya ve Avrupaya neler kazandırabileceğini çok iyi biliyorlar.
Türkiyeye evet. Bu evetin neden aynı zamanda hem onların, yani Türklerin, hem de bizlerin, yani Avrupalıların çıkarına olduğunu açıklamanın zamanı çoktan geldi. Yüzyıllardır yüzü Avrupaya dönük olan Türkiyede bugün önemli bir ekonomik dinamizm göze çarpıyor. Bununla birlikte, hukuk devleti de henüz tam anlamıyla oluşturulmuş değil. Yine de Avrupa düşü Türkiyenin ileriye yönelik kayda değer adımlar atmasını sağladı. Ancak ülkenin iç gerilimleri ve Avrupalıların AB üyeliğini yılan hikâyesine dönüştürmüş olması reformların hızını kesti ve başlıca iki siyasal gücü karşı karşıya getirdi. Şu son aylarda Türkiyenin istikrarından ciddi biçimde endişe duymamızı sağlayacak çok gelişme oldu. Neyse ki, şimdilik demokrasi kazandı. Biz Avrupalıların bu demokrasi zaferini kutlaması gerek. Türklere güçlü bir işaret vermeliyiz ki, üyeliklerinin olmazsa olmaz koşulu şu siyasal liberalleşme yönündeki adımlarına devam etmeleri için yanlarında olduğumuzu bilsinler; çünkü Avrupa Birliğine üye bir Türkiye, Birli |