Kitap Tanıtımı |
Arka Kapak Yazısı (Tanıtım Bülteninden) Hürrem Sultan Hürrem Sultan, Osmanlı Devleti’nin en parlak zamanında Kanuni Sultan Süleyman’ın eşi olarak imparatorluğun en nüfuzlu kadınıydı. Ukrayna’da esir düşen, yurdunu ve ailesini kaybetmiş bir kadının çok kısa sayılabilecek bir zamanda inanılmaz boyutlarda güç sahibi olmuş efsane bir kadına dönüşmesi herhalde tarihte örneğine çok az rastlanabilecek bir şeydir. Sultan Süleyman’ın hayatında bu Ukraynalı kızdan önce, ona ilk oğlu Mustafa’yı doğuran Mahidevran vardı. Ama Hürrem 1520-1530 arasında Sultan Süleyman’a birbiri ardına çocuklar doğururken Mahidevran sultandan uzaklaştırılmış ve ardından da oğlu Mustafa’yla birlikte Manisa’ya gönderilmişti. Hürrem zekâsı ve bilgisini sürekli artırma arzusuyla (buna, yazdığı Osmanlıca şiirler tanıklık eder) Sultan Süleyman’ın aklını ve yüreğini fethetmişti. Onunla felsefe ve şiir konularında sohbetlere girişen tek kadın odur. Ama Hürrem Sultan’ın hayatı, iktidara, zenginliğe ve aşka rağmen, hiç de bir masala benzemiyor, oğullarının geleceğini düşünmeden tek bir huzurlu gün bile geçiremiyordu. Eğer babaları ölecek olursa bunlar, Fatih kanunnamesi gereği, ağabeyleri Mustafa tarafından boğdurulacaklardı. Hürrem Sultan bu nedenle, rakiplerinin hatalarından ustaca yararlanarak tedbirli ve akıllı hareket etmek zorundaydı. Bu uzun soluklu mücadelesinin sonucunda da oğlu Selim tahta çıkmayı başardı. Ama Hürrem Sultan bunu göremeden öldü. Elinizdeki kitap, Osmanlı ve Batı kaynaklarının yanı sıra Ukrayna ve Rus kaynaklarına da dayanılarak, Hürrem’in bir hemşerisi olan Ukraynalı tarihçi Oleksandra Şutko’nun eseridir. Hürrem’in genellikle Osmanlı hâkim gruplarıyla ve harem komplolarıyla ilişkilendirilmekle yetinildiği popüler kitaplar karşısında Şutko’nun eseri, onun bilinmeyen özelliklerini de öne çıkartıyor, üstelik bunu aslında, şimdiye kadar neden bakmadığımızı düşündürtecek kadar yakın bir yerden, Ukrayna’dan yapıyor Şehrin Sesleri - İstanbul'dan İnsan Manzaraları 'Bir gün benimle birlikte İstanbul'u keşfetmeye gelmiş olan Hollandalı turistlerle birlikteydim. Şehre vardıkları gün Taksim'de onlara bu şehrin yirminci yüzyıl içinde ne kadar değiştiğini anlattım. Konuşmamı bitirdiğimde yaşlıca bir beyefendi, 'Kitabınızı okudum,' dedi, 'İstanbul'u çok sevdiğiniz anlaşılıyor, acaba bunun nedeni nedir?'' Harika bir soru ama bunun cevabını hâlâ verecek durumda değilim. Nedeni, güzel günlerde maviden daha mavi olan gökyüzü mü? Tarihine duyduğum ilgi ve bağlılık mı? İstanbul'un neresinde yürürseniz yürüyün sizden önce milyonlarca kişinin orada yürüdüğü bilirsiniz. Yoksa insanları mı? Burada herkesin anlatacağı bir hikâyesi var, bazen keyifli, genellikle hüzünlü ama her zaman ilginç hikâyeler bunlar. Bu kitap benim İstanbul'daki deneyimlerimin yansıması. Türkiye'de yabancı olmak hem avantaj hem de dezavantaj. Bazı Türkler yabancı olduğunuz için size güvenmeyecektir ama birçokları da özellikle yabancı olduğunuz için sizinle ülkeleri ve hayatlarıyla ilgili birçok duyguyu paylaşacaktır. Türkiye'deki sosyal bölünme çok büyük, meselâ; katı laik bir Türk ile katı dindar bir Türk genellikle bir araya gelip hayatla ile ilgili keyifli bir sohbet yapmazlar. Oysa birçok İstanbullu benimle hayatını paylaştı, onlara bu nedenle çok müteşekkirim. Ben dürüstlüğe inanırım. Bu kitabın İstanbul için bir methiye olduğunu düşünenler kitabı hemen ellerinden bırakabilirler -gerektiği yerde sözümü sakınmam. Hollanda'yla ilgili de hiçbir zaman methiye içerikli yazmam -her ülkenin kendine göre sorunları vardır ve bu sorunları çözmenin en doğru yolu bunları dürüstçe kâğıda dökmektir. Hollandalılar şikâyet etmekten büyük zevk alırlar, sanırsınız ki Kuzey denizindeki küçük ülkelerinin sonu gelmiş. Hollanda'da bulunduğum zamanlar onları sarsarak kendilerine getirme isteği duyuyorum. 'Neden bu kadar şikâyet ediyorsunuz? Hollanda'daki işsiz sayısının Avrupa ülkelerinin en düşüğü olduğunu bilmiyor musunuz?' Birçok Türk dostuma da daha meraklı olmalarını önermek istiyorum. Ait olduğunuz gruptan dışarı çıkın, kendinizden tamamen farklı kişilerle görüşün, kim bilir neler keşfedeceksiniz.' Bernard Bouwman Hacı Beşir Ağa Beşir Ağa'nın hayat hikâyesi, Osmanlı İmparatorluğunun en güçlü kişisi haline gelen Habeşistanlı bir kölenin hikâyesidir. Afrika köle ticaretinin acımasız girdabına sürüklenen, Yukarı Mısır'da iğdiş edilen, Kahire'de satılan, sonra Topkapı Sarayına getirilen Habeşi oğlanlardan biridir Beşir Ağa. Bütün zorlukların üstesinden gelmiş, Darüssaade ağalığı makamını kendinden önceki ve sonraki bütün ağalardan daha uzun süre, tam 29 yıl işgal etmiş ve makamı siyasi ve askeri nüfuzunun zirvesine ulaştırmıştı. 18. yüzyıl başlarından itibaren, veziriazam fiilen sultanın yerine geçerken; Beşir de, veziriazamların seçiminde, hamiliğinde ve hatta azledilmesinde en güçlü kişi haline gelmişti. Beşir Ağa Osmanlı saray kültürünü, yerel siyasi kültürü ve imparatorluk siyasetini etkilerken, Osmanlı Sünni İslam anlayışının şekillenmesinde de kilit bir rol oynadı. Mekke ve Medine vakıflarına nezareti ve Hz. Muhammed'in Medine'deki kabrine muhafızlık eden türbedar ağalarının şeyhülharemi olarak hizmeti sayesinde, hac ziyaretlerinin ve peygambere hürmetin usulleri üzerinde kendi izlerini bıraktı. Kütüphaneler, kuran mektepleri ve imparatorluğun birçok kritik noktasında medreseler kurarak resmî Hanefi mezhebini güçlendirdi. Beşir Ağa, tasavvuf tarikatlarına ait yapıların da hamisiydi. 18. yüzyıl sırasında Arap topraklarındaki Halveti ve Nakşibendi tarikatlarının Beşir Ağanın katkılarıyla güçlenmiş olduğuna hiç kuşku yoktur. Osmanlı sarayına iğdiş edilmiş bir köle olarak gelen Beşir Ağa, uzun ömrünün sonunda Sünni Müslüman bir üstat, bir devlet adamı, bir edip, bir mutasavvıf ve kitapsever olarak tarihte iz bıraktı. Geride bıraktığı eserler arasında İstanbul, Cağaloğlu'ndaki Hacı Beşir Ağa Külliyesi, Eyüp'teki Beşir Ağa Darülhadisi, İstanbul'un çeşitli semtlerindeki çeşmeleri, Kahire'deki sebil-mekteb ve Bulgaristan Ziştovi'deki medrese sayılabilir. Ama belki de günümüze bıraktığı en önemli miras, bir bölümünü Beşir Ağa Külliyesi'ne (1007 cilt), bir bölümünü Eyüp Darülhadisi'ne vakfettiği bugün Süleymaniye Kütüphanesi'nde korunan zengin kütüphanesidir. Profesör Jane Hattaway Ohio State Universitesi Tarih Bölümünde Osmanlı tarihi öğretim üyesi. Ebul' ula Mardin Prof. Dr. Hüseyin Hatemi Hukuk tarihimizin önemli isimlerinden Ebul'ulâ Mardin (1881-1957) seçkin bir Osmanlı âlimi ve vefatına yakın bir zamanda kendisine diyanet işleri reisliği teklif edilen önemli bir İslam bilginidir. Bu çalışmada Ebul'ulâ Mardin'in dikkate değer yaşam öyküsünün yeniden oluşturulması amaçlanmıştır. Ebul'ulâ Mardin, ülkemizde önemli bir medeni hukuk hocası olarak tanınmasının yanı sıra; Sırât-ı Müstakîm dergisinin Eşref Edib ile beraber kuruculuğunu üstlenen, Kelime-i Tayyibe isimli dergiyi yayınlayan, meşihat mektupçuluğu döneminde İlmiyye Sâlnâmesi eserinin ortaya çıkmasını sağlayan ve yaşamının son döneminde hal tercümesi yazma faaliyetini Huzûr Dersleri isimli eseriyle sürdüren önemli bir âlimdir. Buna rağmen kendisi hakkında kapsamlı bir çalışma yapılmamıştır. Elinizdeki çalışma bu boşluğu doldurmaya yönelik bir çabanın ürünüdür. Sezer Şimşek İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü araştırma görevlisi. Merhum Hocamız Ord. Prof. Ebul'alâ Mardin'in hayatı ve eserleri hakkında yine merhum Hocamız Prof. Dr. İsmet Sungurbey'in ilk kez Kültür Bakanlığı Yayınları arasında basılan bir monografisi yayınlanmıştı. Ancak hakkındaki eser ve yazılarda Hocamızın daha çok Cumhuriyet sonrası Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi olarak faaliyetleri hakkında bilgi veriliyordu. Oysa Hocamızın bir de Cumhuriyet öncesinde ve doğrudan doğruya pozitif hukuk ile ilgisi olmayan düşünce yazıları vardı. Elinizdeki tez özellikle bu eksikliği gidermekte, Osmanlı Yönetiminin son dönemi ile Cumhuriyet Döneminin yirminci yüzyılın ilk yarısına ait olan bölümünün geçiş sorunları hakkında da ilham verici olmaktadır. İstanbul'dan Mektuplar Hristo Brızitsov, İstanbul'da Bulgarca bir gazete yayınlayan Dimitır Brızitsov'un oğlu olarak 1901'de Ortaköy'de doğdu. Çocukluğu ve ilk gençlik yılları Boğaz kıyısında ve Beyoğlu'ndaki Rumeli Han'ın üçüncü katında geçti. İmparatorluğun kaderini belirleyen ve dünya tarihine yön veren birçok hadiseye tanık oldu. Brızitsov ailesi Balkan Savaşları'ndan sonra İstanbul'u terk ederek Sofya'ya yerleşti. Baba mesleğini seçerek gazetecilik yapan Hristo Brızitsov, canlı ve özgün, edebi unsurlar da içeren yazılarıyla Bulgar basınında kısa sürede ün kazandı. Genç gazeteci, Türkiye'deki yeni cumhuriyet idaresinin uyguladığı reformlar Bulgaristan'da büyük ilgi çekince 1932'nin sonbaharında, önceki yıllarda çeşitli sebeplerle kısa süreliğine uğradığı ve çok iyi bildiği İstanbul'a geldi. İmparatorluğun son döneminde ayrıldığı şehre, 20 yıl sonra, cumhuriyet idaresinin ilk yıllarında dönüyor olması, ona dün ve bugün, eski ve yeni, geleneklere bağlılık ve modernlik arasında karşılaştırmalar yapma olanağını verirken işini de epeyce zorlaştırıyordu. Hangi İstanbul kendisine daha yakın ve sıcak? Çocukluğunun o renkli, kozmopolit, Doğu masallarından izler taşıyan, Levanten semtlerinde büyüdüğü İstanbul mu, yoksa şimdi gördüğü, başkentlik tahtından indirilmiş ve biraz da hırpalanmış modern ve milli İstanbul mu? İkisinden birini kesin olarak seçme gibi sevimsiz bir sorumluluktan özenle kaçınan yazar, bu ağır görev ve yargıyı okura yüklüyor. Kendi görevini de, her şeyi gördüğü ve hissettiği şekliyle aktarmakla, şehrin gizemli sarmalına dalmakla sınırlı tutuyor. Gazeteci üslubunun akıcılığı ve vuruculuğuyla 24 mektup şeklinde kaleme alınan yazıları okurlarını 1930'ların İstanbul'una götürüyor. Bu mektuplar ilk kez haftalık Literaturen glas [Edebiyat Sedası] gazetesinde yayınlanmıştı, şimdi 85 yıl sonra ilk defa Türkçede bir araya getiriliyor. Prof. Dr. Hüseyin Mevsim, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Bulgar Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı'nda öğretim üyesi. Yolculuk İçin Teşekkürler 'Temmuz 1965'de, aydınlık bir şafakta, Boğaziçi'nin altın buğusu içinde yol alan yolcu gemisinin pruvasında durmuş, uykulu gözlerimi açık tutmaya çalışarak masalımsı İstanbul'u, büyüklerimin mutluluk akan bir gülümsemeyle sözünü ettikleri bu kenti ilk kez görmeye çalışıyordum. Babam yavaşça yanıma yaklaştı, kolunu omzuma koydu, beni kendine çekti ve fısıldadı 'Sonunda buradayız! Dünyanın en güzel kentlerinden, uygarlığın büyük merkezlerinden birinde, kuşaklar boyunca dünyanın merkezi olduğu açık olan bu kentte birlikteyiz...' Gözlerinde yaşlar vardı; biliyordum ki bu rüzgârdan değildi. Victor artık var olmayan bir dünyanın ürünüydü. 1906'da doğmuş, neredeyse elli kişiyi bulan geniş ailesiyle Beylerbeyi'ndeki kocaman bir yalıda yaşamıştı. Büyükbabasının ölümünden sonra aile dağılmış ve çoğunlukla Galata'ya yerleşmişti. Çok yönlü bir kişiliği olan babamı gerçekten tanımlamaya kalkışsam, öncelikle onun tam bir Osmanlı senyörü olduğunu söylerim. Doğuştan kozmopolitliği, geniş dünya görüşü, doymak bilmez entelektüel merakı, içgüdüsel anlayışı, başka insanlara, kültürlere ve davranışlara karşı saygısı ve bir kararlılık göstermesi gerektiği anlarda büründüğü tavırdan ötürü Osmanlı. Epey eski Fransızca terimler kullanmakta ısrarlı olduğundan da, Senyör... Babam dillere her şeyden çok, hatta tutkusu olan genel bilgiden ve tarihten de daha çok değer verirdi. Türkçe, Yunanca, İbranice, İngilizce ve İtalyanca konuşurdu. Ama bu dillerden hangisini konuşursa konuşsun araya inşallah ya da maşallah sıkıştırma alışkanlığı vardı; bu alışkanlık, zaman zaman, özellikle de sofu Katolik ya da Musevilerle konuşurken çok can sıkıcı olabiliyordu. Bir bakıma, böyle yaparak bir Akdeniz evrenine kök salmış olan aidiyetini değerlendirdiğini düşünüyorum. Yolculuk İçin Teşekkürler'in İtalyanca, İngilizce ve Fransızcasını yazmanın da üstesinden geldi; aramızdan ayrıldığında Almanca metni yazmaya başlamıştı. Türkçesi, bir Türkçe metni tamamlamasına elvermeyecek kadar paslanmış olduğundan kendisinden hiç de hoşnut olmadığını açıkça anımsıyorum; çünkü bugün İstanbul'da yaşamakta olanlara, bu biricik kentinin kendi gençliğindeki canlılığını ve verdiği titreşimleri tattırmanın özlemini çekiyordu.' John Eskenazi, Londra, Mayıs 2012. Saddam Yıkılırken - Bağdat'ta Bir Aile Bağdat dünyanın en tehlikeli şehirlerinden biri. Her gazeteci oraya gitmeye cesaret edemez. Buna rağmen Minka Nijhuis beş yıl süreyle bu şehre düzenli olarak gidip Bağdatlı bir ailenin yaşantısını izledi. Her bomba sesiyle hatıralarını tazeleyerek ayakta kalmaya çalışan muzip Hala. Onun hayat dolu kızı Varide ve kocası, ülkenin içine sürüklendiği gerginliklerden payını alan aktör Abbas. Bu kitap onların hayatlarını anlatıyor. Bağdat'ta Bir Aile, Saddam'ın devrilmesinden sonra Bağdat'taki günlük hayatı benzersiz bir biçimde gözler önüne seriyor. Bu gerçek hikâyede mizah, cesaret, umut, çelişkiler ve her şeyin belirsiz olduğu bir şehirde yaşama azmi anlatılıyor. Minka Nijhuis, Trouw ve Vrij Nederland gazeteleriyle çeşitli radyo istasyonları için muhabirlik yapıyor. ) |