Kitap Tanıtımı |
İnsanoğlunu bütün mahlûkat içinde zirve teşkil edecek bir sûrette ahsen-i takvîm üzere yaratan, ona rûhundan üfleyerek ulvîliklere yükselme istîdâdı bahşeden, gönderdiği hidâyet rehberi kitap ve peygamberlerle bizleri hakka ve hayra istikâmetlendiren; peygamber vârisi âlim ve âriflerle de mânevî irşad silsilesinin kesintisiz devâmını lûtfeden Allah Teâlâya sonsuz hamd ü senâlar olsun!
Kâinâtın Fahr-i Ebedîsi, enbiyânın serveri, âlemlere rahmet, emsalsiz örnek şahsiyet, bu cihanda en büyük rehberimiz, kıyâmet gününde ise şefâat melceimiz, Sevgili Peygamberimiz Hazret-i Muhammed Mustafâya, Onun pâk ehl-i beytine, ashâbına ve etbâına sonsuz salât ü selâmlar olsun!
Yüce Zâtını en çok Rahmân ve Rahîm isimleriyle bizlere tanıtan Rabbimiz, nihâyetsiz merhametinin bir eseri olarak, biz kullarıyla dost olmayı istiyor ve bizleri Dârus-Selâma / saâdet ve selâmet yurdu olan Cennete dâvet ediyor. Bu dâvetin icâbet şartı ise, Hakka dostluk ufkunda, takvâ üzere bir kulluk hayatı yaşayabilmek...
Allâhın Habîbi r Efendimizin mübârek dilinde; Refîk-ı Alâ / En Yüce Dost diye ifâdesini bulan Hakka vuslat iştiyâkı, Allah ve Peygamber âşığı müminlerin de en büyük arzusu olagelmiştir.
Bu cihanda, kimin daha güzel ameller işleyeceğinin imtihanını vermek üzere bulunuyoruz. Bu zâhirî gurbet âleminde, gerçek bir dostluğun gerektirdiği gibi Rabbimizle kalben ve rûhen beraber olabilmek, Onu hiçbir zaman hatırımızdan çıkarmamak ve dâimâ Onun rızâsını aramak, en büyük kulluk edebimizdir. Öyle ki, ebedî âlemde Hakkın cemâline vuslatımız da, Hakka dostluğumuzun seviyesi nisbetinde gerçekleşecektir.
Yani her iki cihandaki huzur ve saâdetimiz, Rabbimizle beraberliğimize bağlıdır. Dolayısıyla Hikem-i Atâiyye adlı eserde buyrulan:
Yâ Rabbî! Seni bulan neyi kaybetti? Seni kaybeden neyi buldu? hikmetini gönüllerimize nakşetmeli, kalplerimizin ancak Allâhı hatırlayıp anmakla huzûra kavuşacağını unutmamalıyız.
Cenâb-ı Hak, her zaman ve mekânda bizimle beraberdir. Mühim olan, bizim ne kadar Onunla beraber olduğumuzdur. Bir gönül, Allah ile beraberlik zirvesine ne nisbette yakınsa, ibadetleri de o nisbette seviye kazanır. Allah ile beraberlik şuuruyla yapılan küçücük bir amel, kıymet bakımından dağlar misâli bir hacim kazanırken, Haktan gâfil olarak yapılan amellerden ise bir hayır gelmez. Böyle gâfil bir gönlün kıldığı namaz ruhsuzdur, insanı fahşâ ve münkerden, yani edepsizlik ve günahlardan koruyamaz. Verdiği sadaka; riyâ ve ucub gibi nefsânî hesaplarla bulanık olduğundan, boşa çıkar. Ettiği duâlar ve işlediği ameller karşılıksız, yaptığı tevbe ise yeni bir tevbeye muhtaçtır. Bu sebeple Hakkın yüce dergâhına yol bulabilmek için evvelâ benlik perdesini aradan kaldırmak gerekir. Nitekim ârif gönüller; Sen çıkınca aradan, kalır seni Yaratan. demişlerdir.
Bu şuur, mümini dâimî bir Maiyyet / Allah ile beraberlik ufkuna ulaştıracak bir mânevî tekâmül / olgunlaşma ihtiyacını da zarurî kılmaktadır. Zira ham ve hantal bir gönülle mânevî zirvelere çıkılamaz. Kalbî kesâfet içinde, letâfet iklimlerine yol alınamaz. Bunun içindir ki Hak dostu ârifler nazarında insanın yaratılış gâyesi; kesb-i kemâl ile seyr-i cemâle vuslattır, yani mânen olgunlaşmak sûretiyle Hakkın cemâlini müşâhede nîmetine kavuşabilmektir.
Bu itibarla mânevî terbiye, yani menfîliklerden arınma ve rûhen tekâmül faaliyeti, bütün insanlığın ortak ihtiyacıdır. Zira canlılar içinde terbiyeye muhtaç olarak doğan tek varlık, insanoğludur.
Cenâb-ı Hak, insanoğlunu akıl, idrak, izan ve vicdan gibi ulvî hasletlerle tezyîn ederek yaratmış olsa da, bunlar, hakka ve hayra ulaştırmada tek başına kâfî değildir. Nitekim Rabbimiz, bu nîmetlerin nasıl kullanılacağını bildirmek üzere bir de kitaplar ve peygamberler göndermiştir. Peygamberler, ilâhî kitaplardaki hakîkatleri bizzat kendi yaşayışları üzerinde şerh ve tefsîr ederek tebliğ eden, en büyük insan terbiyecileridir.
Peygamber Efendimiz r; zulüm, vahşet, haksızlık ve bâtıllara gömülmüş olan bir câhiliye toplumunu ıslah ve terbiye ederek ondan, ahlâk, fazîlet ve medeniyette zirve bir asr-ı saâdet toplumu meydana getirmiştir. Böylece câhil ve cânî insanlar, kültürlü; vahşî kimseler, medenî; mücrim ve süflî karakterli kişiler, müttakî, yani Allah sevgisi ve korkusuyla yaşayan fevkalâde sâlih ve rikkat-i kalbiyye sahibi kimseler hâline gelmiştir.
Bir insan düşünün ki, kız çocuğunu diri diri toprağa gömebilecek kadar kalbi taşlaşmış ve vahşî tabiatlı Sahip olduğu köleyi, herhangi bir maddî eşyâ gibi basit bir mal olarak telâkkî edip ona insanlık dışı muâmeleleri revâ görecek kadar zâlim!.. İşte bu kaba ve câhil insanlar, Allah Rasûlünün kalbî dokusundan hisse alıp nebevî terbiyeden geçtikten sonra, ilimde, ahlâkta, edepte, hulâsa insanlıkta bir fazîletler medeniyeti meydana getirdiler.
Ruhlarda bu muazzam inkılâbın nasıl gerçekleştiğini tam olarak anlayabilmek için nebevî terbiye metodlarını yakından incelemek gerekir. Sahâbeyi sahâbe yapan, onların hâlis bir îman ile Peygamber sohbetinin feyz ve rûhâniyetinden nasîb almış olmalarıdır. Efendimiz r, ashâbını en çok sohbet ile yetiştirmiştir. Zira sohbet, yüz yüze ve sadır sadıra gerçekleşen bir eğitimdir. Bu eğitimde Efendimiz rin söz, fiil ve takrirlerinin yanı sıra bir de, güzel yüzüyle birlikte dışına yansıyan, hissedilen fakat sözle ifâde edilemeyen hâllerinin de mühim bir tesiri vardır.
Sahâbe-i kirâm, sohbet yakınlığı içerisinde Efendimiz rin mübârek sözlerinden istifâde ettiği gibi, Onun bu nevî hâllerinden de istîdatları nisbetinde istifâde etmişlerdir. Bu istifâde ise, sadırdan sadıra bir feyz akışıdır. Sohbet ve yakınlıktaki inikâs ve insibağ neticesinde, Efendimiz rin hâlleri ashâb-ı kirâma intikal etmiş, Efendimizle aynîleşme istikâmetinde muhtelif derecelerde nasipler almışlardır. İşte bu yüce nasipler, ehil kimseler vâsıtasıyla nesilden nesile aktarılarak zaman ve mekânlar üstü bir teselsül bereketine mazhar olmuştur. |