Kitap Tanıtımı |
Ondokuzuncu asrın son çeyreğinde, birçok Avrupa romanı Türkçeye tercüme edildikten ve bir okur kitlesi tarafından kabul edildikten sonra, Türk şair ve yazarlarından bazıları, estetik ve sosyo-kültürel fikirlerini romanlara aktararak yaymağa başladılar.
Türk edebiyatında böylece (tiyatro yazarlığı ile beraber ve ayni zamanda) yeni bir anlatış türü doğdu ve geniş bir çevrede okuyucusunu buldu. Bu yeni edebiyat dalını deneyen ve bir zaman sonra edebiyat sahasından bir daha yok olmayacak, sağlam bir filiz haline getirenlerin çoğu (Sami Paşazade Sezai, Nabizade Nâzım, Uşakizade Halid Ziya) 1860 senelerinde doğmuştu, yalnız şair Namık Kemal ve Recaizade Ekrem daha eski bir nesle mensuptular, fakat ilk romanlarını ele almağa olgun yaşlarında başlamışlardı. Halbuki Türkçe yazılmış ilk orijinal roman daha Namık Kemal onbir ve Recaizade Ekrem dört yaşında iken İstanbul'da basıldı.
Bu romanın yaygın bir muhitte bilinmemesinin ve edebiyat çevrelerinde bir tesir yapmamasının sebebi, Ermeni harfleriyle basılmış olmasıdır. Arap harfleriyle basılsaydı acaba Türk edebiyat tarihinde ne gibi bir mevkii olurdu diye sorabiliriz. Yeni bir devrin kapısını mı açacaktı yoksa henüz Fransız romanlarının tercümeleriyle bu janra alışmamış olan okuyucular tarafından bir nevi ucube addedilerek red mi edilecekti?
1851 senesinde İstanbul'da Mühendisoğlu matbaasında basılan Ağapi veya Akabi romanı Türk okuyucuları için yazılmadı, İstanbul'da yaşıyan Ermeniler için yazıldı. Onlar hergünkü hayatlarında Türkçeyi kullanıyor, fakat Arap harflerini güçlükle sökebiliyorlardı. Kendi okullarında onlara Ermeni harfleri öğretilirdi, şu var ki onlara okutulan metinler kendi konuştukları dilde değil, onlara yabancı gelen kadimi bir lisanla yazılmıştı. O dille kendi zamanlarının hayatını ifade etmek güç, hattâ imkânsızdı. Konuştukları Türkçe onlara bu maksat için daha uygun, daha kolay geliyordu. Ve bu hususta asırlar süren ananeleri, bir tecrübeleri vardı. Gerçi okullarında Osmanlı edebiyatı ve kitabeti dersleri görmedikleri için o zamanın bir hayli girift olan edebî üslûbuna pek vâkıf değildiler, fakat her günkü pratik konuşmalarında bunun eksikliğini duymazlardı. İcabında bir senet, bir istida, resmî bir varakı takrir edebilecek kadar bilgisi olanları yok değildi. Onsuz da geçinilebiliniyordu. Üstelik Avrupa dillerinden tercüme edilen kitaplardan, bu roman denilen şeyin ne olduğunu, nasıl okunduğunu ve ne tarih ne de masal, belki ikisinin arasında bir şey olmasına rağmen ondan ne faydaların çıkarıldığını öğrenmişlerdi.
Andreas Tietze |