Kitap Tanıtımı |
"Aşk, yepyeni kalabilen eski bir masaldır."
Adam, bir dizeydi. Kadın, bir imge, tastamam bir şiir, öykü niyetine bir şarkıydı. Kendine akan bir ırmaktı kadın. Seviyesizliğin ve şarlatanlığın baş tacı edildiği ve kalitesizliğin adeta ödüllendirildiği bu tuhaf ülkede her şey eksik, yarım ve yalnız bırakılmıştı. Yitirdiğimiz değerler o kadar çoktu ki, hem insanın hem dünyanın canına okuyorlardı. İnsanın kendisine ve aşka sığınmaktan başka elinden bir şey gelmiyordu. Her an ihanete uğrayacak kadar kırılgan ve umutsuzduk. Kör ve sağır bir toplumda yaşamanın kahredici acısını hiçbir şey yatıştıramıyordu. İyi ki şiirler, şarkılar, resim ve sinema vardı. İyi ki sanat vardı. Belki de bu toplumda sanat beyhude bir işti. Biz şairler beyhude olan her şeye bayılırdık zaten. Bu hikâye bitmezdi. Sanki kelebek çağında yaşıyorduk. Kim bize dokunsa oracıkta ölüveriyorduk. Aşkın oturma odasında kimse ayakta kalmayacaktı ama kimimizi güneş çarpıyor, kimimizi ay tutuyor, kimimizin kalbi burkuluyordu. Panik günler yaşıyorduk. Kimse ışığını alıp gelmiyordu. Sürekli inciniyorduk. Giderek her yeri acıyan dünyamızda şiddetin her türlüsü toplumsal cinnete dönüşüyordu. Sahte yüzler denizinde plastik hayatlar yüzüyordu. ´Şu rüya çağı başlasa da hepimiz içimizdeki evimize geri dönsek´ dedi adam. ´Zavallı akıl, belki de senin yüzünden dünya ne kadar da tatsız´ dedi kadın. "Keskin bıçak" mı suçluydu, yoksa "kiraz mevsimi" ne kadar "aşk acıtır" mıydı? "Lale devri" kimlerin üzerine devriliyordu bunu bilemiyorduk ama bu hikâyenin içindeki ´hazan´ yüzlü sandık kırılmalıydı. "Kendime başlamak farz oldu" dedi şair Sinan. Ve hiçbir zaman eskimiyordu dilimizdeki hasret. ´Aşk aynı gezegenden kopmuş iki gök taşının uzayda çarpışması gibi bir şey olmalıydı´ dedi adam.
"Bir lodos lazım şimdi bana, bir kürek, bir kayık, zulada birkaç şişe yakut" |